• DOLAR 32.37
  • EURO 35.003
  • ALTIN 2325.438
  • ...
El-Halil Katliamının Perde Arkası
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

doğruhaber / tarihte bugün 25 ŞUBAT

GÜNÜN AYETİ

“Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir.” (Talak suresi 3. ayetin meali)

GÜNÜN HADİSİ
“Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etseniz, muhakkak kuşların rızkını verdiği gibi, sizin rızkınızı da verir. Kuş sabahleyin aç çıkar, akşam tok olarak yuvasına döner!” (Tirmizi, Hakim)

GÜNÜN SÖZÜ
“Ve (hiçbir zaman) ölmeyen (Allah'a) tevekkül et...” İbrahim b. Ahmed el-Havvas Furkan suresinin 58. ayetini bu ayetini sonuna kadar okuduktan sonra dedi ki: 'Bu ayetten sonra bir kul için, Allah'tan başka hiç kimseye sığınması uygun değildir” (İbrahim b. Ahmed el-Havvas)

TARİHTE BUGÜN

1925: Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda değişiklik yapıldı; Din politikaya alet edilemeyecek ve bu suç vatan hıyaneti sayılacak.  Böylelikle sözde ‘Dinin politik amaçlarla suiistimal edilemeyeceği` hakkında kanun kabul edildi. Ancak bu kanunla yani sözde dini politikaya alet edenlerin vatana hıyanet statüsüne alınmakla iktidar sahipleri dinin hiç bir şekilde bahsinin önünü kesmiş oluyordu. Söyler misiniz; "Dini politikaya alet etme" suçunun çerçevesi nasıl olacaktı ve buna kim karar verecekti? Bu iktidar sahipleri için cevabı çok basit bir sualdi. Böylelikle dinden, imandan bahseden her alim, her müslüman, İslami endişesi olan herkes otomotikmen bu kapsama alınacaktı. Şuna "Dinden bahsetmek yasaktır. Kim dinden bahsederse, vatana ihanet etmiş sayılır" kanunu da diyebiliriz. Ancak iktidar sahipleri bunu o kadar net ve açık ifadelerle dile getirmeyi maslaheten uygun görmediklerinde çerçevesini kendileri belirleyecekleri " Din politikaya alet edilemeyecek ve bu suç vatan hıyaneti sayılacak" şeklinde dillendirdiler.

1932: Adolf Hitler Alman vatandaşlığına kabul edildi. Böylelikle 1932 yılında yapılacak Weimar (Waymer) Cumhuriyeti'nin başkanlık seçimlerine katılması mümkün oldu. Adolf Hitler, aslında Avusturya asıllı bir Almandır.

1952: Başbakanlıkta kurulmuş olan "ilmi komisyon", Anayasa'daki antidemokratik maddeleri tespit etti; Anayasa'da antidemokratik 40 kanun var. 1952 Türkiyesinden bahsediyoruz. Başbaknlıkça kurulmuş olan komisyon o dönem Anayasasında 40 kanunu antidemokratik olarak tespit edince aklımıza bir fıkra geldi. Zira bu durumu galiba fıkrayla en güzel bir şekilde dile getirebileceğiz;

Malumunuz, İngiltere'de trafik dünyanın aksine soldan akar. Bizim Temel de İngiltere'ye gider ve trafiğin orda soldan aktığından haberi yoktur. O da Türkiye'de yaptığı gibi arabasıyla trafiğe sağdan dalar. Ama İngiltere trafiğine göre ters yola girmiştir. O sırada arabasındaki radyodan şu anons yapılır; 'Falan mevkideki sürücülerin dikkatine! Trafiğe tersten giren bir araç vardır. Dikkatli olunuz!' Temel, dönüp bir etrafına bakar; 'Ne bir ne iki... bunların hepsi tersten gidiyor' der"

"1952 Anayasasında 40 antidemokratik madde varmış" diye Temel duyacak olsa, sizce ne derdi?

1954: Cemal Abdunnasır, Mısır devlet başkanı oldu. Abdunnasır, 15 Ocak 1918 - ö. 28 Eylül 1970 tarihleri arasında yaşadı. 1952'de yöneticilerinden olduğu Hür Subaylar Örgütü, Kral Faruk'u devirerek Orgeneral Muhammed Necib'i devlet başkanlığına getirdi. Abdunnasır, Necib'i başa getirdi lakin gölgede Mısır'ı o yönetti. Bu dönemi ara dönem olarak kullanan Abdunnasır, Necib'in halk içindeki konumundan faydalandı. Kendisi politikalarının temellerini sağlamlaştırınca 1954 yılında zaten kukla yönetim olan Orgeneral Muhammed Necib'i uzaklaştırarak iktidara geçti. İktidarı döneminde Mısırlı Müslümanları yok etmeye yöneldi. Seyyid Kutup başta olmak üzere Müslüman Kardeşlerini çok liderlerini katlettirdi. 1970'de ölüne yerini Enver Sedat'a bırakan Abdunnasır Arap Milliyetçiliğini ümmetin başına bela eden kişidir.

1964: Muhammed Ali dünya boks şampiyonu oldu. Muhammed Ali "Tüm zamanların en iyi boksörü" unvanına sahip ağır siklet boks şampiyonudur. 17 Haziran 1942'de Kentucky'de (Kentaki) doğdu. Genç yaşta başladığı boks hayatında ilk olarak 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları'nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı. 1964 yılında 22 yaşındayken, Liston'u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslam'a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks'a 1967'den 1970'e kadar ara vermek zorunda kaldı. "Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım." diyerek Vietnam savaşına gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan Muhammed Ali, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başardı ve 37'si nakavt olmak üzere 56 maç kazandı. Muhammed Ali'ye sadece bir boksör olarak bakmamak lazım. Çünkü o, kişilikli ve Amerikan Üniversitelerinde gezip İslamı anlatacak kadar davetçi bir isimdir. Muhammed Ali, şehid Malcolm X'in de arkadaşıdır.

1975: ABD'li zenci lider Elijah Muhammed öldü.

Elijah (Eliyah) Muhammed, asıl adı Elijah Poole (Eliyah Puul) 7 Ekim 1897'de doğdu, 25 Şubat 1975'de öldü. ABD'de İslam Ümmeti olarak da bilinen Amerikan İslam Misyonu adlı Siyah hareketinin önderidir.

Elijah (Eliyah) Muhammed, sapık ve şirke varan anlayışlarla doldurduğu sözde bir İslamı empoze etmekteydi. Onun İslamına göre, siyahlar üstün ırk olup Allah'ın seçkin kullarıydı. Elijah (Eliyah) Muhammed, kendisinin haşa peygamber olduğunu söyleyerek vahiy geldiğini iddia ediyordu. Sapık anlayışlarıyla İslam diye sunduğu dinde örneğin zina günah değildi.

1979: Dünyada yaşanan petrol bunalımı Türkiye'yi derinden etkiliyor. Akaryakıt karneye bağlandı, kriz had safhada. Yunanistan'dan mazot istendi, Yunanlılar, olumsuz yanıt verdiler.

1991: Varşova Paktı feshedildi.

Varşova Paktı, 14 Mayıs 1955'de Varşova'da sekiz sosyalist ülkenin imzaladığı Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması ile kurulan askeri ve siyasal birlik. Antlaşmayı imzalayan ülkeler Arnavutluk, Romanya, SSCB, Demokratik Almanya, Bulgaristan, Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan'dı. Emperyalist Blok Nato'yu kurunca, Komünist ve Sosyalist ülkeler de Varşova Paktını kurdular.

Varşova Paktı kuvvetleri, 4,5 milyona yakını Avrupa'da olmak üzere yaklaşık 6,3 milyon muvazaf personele sahipti. Ek olarak 700.000 kişilik ulusal güvenlik kuvvetleri vardır. Pakt'ın dünya üzerinde aktif durumda; 244 tümen, 27 bağımsız tugay, 60,000 savaş tankı ve 12.000 uçağı içeren Hava Kuvvetleri vardı. Büyük bölümünü Sovyet donanmasının oluşturduğu Deniz Kuvvetleri, nükleer balistik füze denizaltılarına ek olarak 300 denizaltı gemisi vardı. Bunların bir bölümü, denizaltılarından Cruise (Kuruys) füzeleri atabilmekteydi. Su üstü kuvvetlerinde, uçak gemisi ve kruvazörlerden oluşan 40 savaş gemisi, çok sayıda değişik tipten gemi ve havadan gemilere güdümlü füze atabilen 500 deniz bombardıman uçağı bulunmaktaydı.

Paktın kıtalararası balistik, denizaltı gemilerinden atılan balistik füzeler ve bombardıman uçaklarından oluşan stratejik kuvvetlerinin tümü Sovyetler Birliği tarafından sağlanmaktaydı. 1989`da Varşova paktının asker sayısı 6.310.000 dolayındaydı. Fiili asker sayısı 5.390.000 olan NATO silahlı kuvvetleriyle 920.000 kişilik bir fark vardı. SSCB ise tek başına ABD`nin üç katından fazla askere sahipti. Ayrıca donanma bakımından da Nato güçlerine karşı fazlaca bir üstünlüğü vardı.

1994: El-Halil Camii katliamı. O yıl Ramazan Ayının 15'ine denk gelen Cuma günü sabah namazını kılan müslümanların üzerine Barush Goldstien (Baruş Goldşıtayn) adlı bir Yahudi mermi yağdırarak katliam yaptı. 67 Müslümanın şehid olduğu 300'e yakın Müslümanın da yaralandığı bu saldırıyı; Katil Yahudi Devleti, Barush Goldstien (Baruş Goldşıtayn) adlı Yahudinin ferdi bir eylemi olduğu ve bu kişinin akli dengesinin yerinde olmadığını açıklayarak inkar etmeye çalışsa da müslümanlar buna inanmadılar.

1994: Tatvan`da Gıyaseddin Barlak Hoca şehit edildi.

2009: Alevi bir çift, ilköğretim 5'inci sınıf öğrencisi kız çocuklarının Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulması istemiyle dava açtı. Antalya 3'üncü İdare Mahkemesi, talebi kabul ederek Alevi öğrencinin bu dersten muaf tutulmasına hükmetti. Mahkemenin kararında şu görüşlere yer verildi: "Okulda zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin dini ve felsefi inançlarına uygun olmadığını belirten davacıların herhangi bir din mensubu olduğuna bakılmaksızın, temel hak ve hürriyetlerden olan dini inanç özgürlüğünün uygulanması kapsamında çocuğunun zorunlu sayılan dersten muaf tutulması gerektiği sonucuna varıldığından, bu istemin reddine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Hukuka aykırılığı açık olan dava konusu işlemin uygulanması halinde telafisi güç zararlar doğabileceğinden, yürütmesinin durdurulmasına oy birliğince karar verilmiştir."

İnancı gereği ya da inançsızlığı gereği isteyenin din dersinden muaf tutulması onun iradesiyle verdiği bir karardan doğan haktır. Peki ya, inançları gereği okumak isteyenlere neden aynı hak tanınmıyor?

2012 : Yemen`in Yeni Devlet Başkanlığına Abdurabbih Mansur Hadi Seçildi.

Eski Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih`in Yardımcısı Olan Hadi, Düzenlenen Törende Yemin Ederek Görevine Başladı.

Yemin Törenine Amerika`da Tedavisine Devam Eden Salih`te Katıldı.

33 Yıl Görevde Kalan Salih, Geçtiğimiz Yıl Başlayan Gösterilere Uzun Süre Sert Karşılık Vermiş, Sarayına Düzenlenen Bir Saldırıda Ağır Yaralanarak, Tedavi İçin Önce Suudi Arabistan'a Ardından Da Abd'ye Gitmişti.

Yemen Halkı, Seçimlere Yoğun İlgi Gösterse De Seçimin Sonuçlarından Umutlu Değil. Halkın Önemli Bir Kısmı, Diktatörlüğün Devam Edeceği Görüşünde Hemfikir…

MERCEK
25 Şubat 1994: El-Halil Camii katliamı. O yıl Ramazan Ayının 15'ine denk gelen Cuma günü sabah namazını kılan müslümanların üzerine Barush Goldstien (Baruş Goldşıtayn) adlı bir Yahudi mermi yağdırarak katliam yaptı. 67 Müslümanın şehid olduğu 300'e yakın Müslümanın da yaralandığı bu saldırıyı; Katil Yahudi Devleti, Barush Goldstien (Baruş Goldşıtayn) adlı Yahudinin ferdi bir eylemi olduğu ve bu kişinin akli dengesinin yerinde olmadığını açıklayarak inkar etmeye çalışsa da müslümanlar buna inanmadılar.

El Halil, Kudüs'ten sonra Yahudilerin önem verdiği en önemli ikinci şehirdi. Bu amaç doğrultusunda çeşitli oyunlar çevrildi. Burayı Yahudileştirebilmek ve üzerinde kuvvetli hâkimiyet kurabilmek için birbirini izleyen ve sistemli birtakım faaliyetler yürütmeye başladılar. Yapılanların son hedefi de Hz. İbrahim Camisi haremini istila etmek ve orayı tamamıyla bir Yahudi sinagoguna çevirmekti.

Derken akıp giden zamanın en kutsal anlarından bir anda, şehrin haremi şerifi, Yahudi canilerin akıttığı temiz kanların oluşturduğu bir kan gölünde yüzmeye başladı. İşte o an, hicri 1414 yılı mübarek Ramazan ayının on beşine denk gelen Cuma günü sabah namazının kılındığı andı. Yani 25 Şubat 1994 sabahı... Camii şerife toplanan pırıl pırıl insanlar tertemiz bedenleriyle Rablerine yönelmiş tam bir huzur ve huşu içinde O'na rüku ve secde ediyorlardı ki, arkalarından gelen bir kurşun yağmuruna tutuldular. Yahudi kininin saçtığı o kurşunlar huşu ile Rablerinin önünde eğilmiş olan o pırıl pırıl insanların temiz bedenlerine saplanmaya başladı.

Bu iğrenç katliama ve bütün insanlığın nefretle lanetlemesi gereken vahşete şahid olanlardan biri olayı şöyle anlatıyor: "Biz birinci rekatı kılarken Yahudilerden, asker elbisesi giyinmiş bir kişi yanımıza girdi. Kulaklarında kulaklık vardı. Bu kişi üzerimize ateş etmeye başladı. Silahının şarjörü boşaldıkça yanındaki ikinci bir kişi ona şarjörünü  dolduruyordu. Ben sabah namazlarına gelmeyi adet edinmişimdir. Başka zamanlar her gün o vakitte burada otuz kırk asker bulunurdu. Ama o gün sadece dış kapıda yedi asker vardı. Sürekli yedi veya sekiz askerin beklediği iç kapıda ise hiç kimse yoktu. O sabah o kapıda hiçbir asker görmedim. Saldırgan Yahudi üzerimize ateş etmeye başlayınca dışarıdaki askerler içeri girip bizim üzerimize göz yaşartıcı bomba atmaya başladılar."

Demek ki katliam, iddia edildiği gibi Barush Goldstien (Baruş Goldşıtayn) adındaki Siyonist canavarın tek başına gerçekleştirdiği bir eylem değildi. Önceden planlanmış ve askerlerin yardımıyla sistemli bir şekilde gerçekleştirilmişti. Katliamın bu şekilde planlı ve grup halinde gerçekleştirildiğini ispatlayan pek çok delil var. Barush Goldstien canavarı yanındaki arkadaşının da yardımıyla Müslümanların üzerine yağmur gibi mermi yağdırıyordu. Siyonist canavarlar öylesine bir plan yapmışlardı ki kısa zamanda çok sayıda insanı öldürebilmek için iki kişi olarak camiye girmişlerdi ve biri sürekli mermi yağdırırken diğeri ikinci silahın şarjörünü dolduruyordu. Mermileri yağdıran Goldstien boşalan silahı arkadaşına veriyor ve ondan şarjörü doldurulmuş silahı alıyor böylece mermi yağmurunun kesintisiz devam etmesini sağlamaya çalışıyordu. Bazı Müslüman gençler cesaretle o canavarın üzerine atılarak işini bitirinceye kadar da bu mermi yağmuru devam etti.

Olaya şahid olanlardan Talâl Ebu Sinine, Müslüman gençlerin canavar Goldstien'ın üzerine atılıp onu öldürmelerini şöyle anlatıyor: "Bazı gençler ayağa kalkıp caninin üzerine yürüdü ve onu öldürdüler. İlk harekete geçerek caninin üzerine doğru yürüyen gencin adı Selim İdris'ti. İkincisi de Nemir Mücâhid'di. Daha sonra her ikisi de şehid oldu."

Siyonist askerler ikinci bir katliamı da Barush Goldstien adlı canavarın attığı kurşunlarla yaralananların hastaneye taşınması esnasında gerçekleştirdiler. Bakın yaralıları hastaneye taşıyan şoförlerden biri ne diyor: "Dört yaralıyı hastaneye götürdüm. İlk götürdüğüm kişinin beyni yolda dışarı çıkarak omzumun üzerine düştü... Biz yaralıları ambülansa ulaştırmaya uğraşırken askerler ha bire üzerimize mermi yağdırıyorlardı." Olaya şahid olanlardan bir diğer kişi de şöyle diyor: "Askerler ateş açtı ve iki kişiyi şehid ettiler. Bunlardan biri Râci Gays'tı. Bu kişi askerlerin attığı kurşunlarla şehid edildi. Bir diğeri de Kefâh Merka adlı çocuktu. Bu çocuk da askerlerin attığı kurşunlarla şehid edildi."

Olaya şahid olanlardan bir çocuk da şöyle diyor: "Askerler kapı tarafından ateş ediyorlardı. Ben onların ateş ettiklerini gördüm."

Şimdi olaya şahid olan bir başka çocuğu dinleyelim: "Ben ana kapıdan dışarı çıkmak istedim, ama çıkamadım. Askerler çıkmak isteyen herkesin üzerine ateş ediyorlardı. Dolayısıyla ben de geri döndüm ve ana kapının arkasında bekledim. Kafama bir mermi isabet ettiğinde şuuruma hâkim değildim. Birinin eliyle vurduğunu sandım. Bir de baktım ki başımdan aşağıya doğru kanlar akıyor. Olayın dehşetinden dolayı içimizden kimse şuuruna hâkim değildi ve herkes apışıp kalmış bir haldeydi."

Askerlerin gerçekleştirdiği ikinci katliam hakkında, yaralıların nakledildiği Halk Hastanesi'nin doktorlarından Mahmud et-Temimi şöyle diyor: "Hastane çevresinde birtakım silah sesleri duyduk. Ardından hastanemize yeni bir yaralı dalgası akmaya başladı. Bu olaydan sonra on beş yaralı daha hastanemize getirildi. Bunların hepsi hastane çevresindeki yüksek binaların çatılarına çıkarak oralardan, kan bağışında bulunmak için hastaneye gelen insanların üzerine ateş eden askerlerin attığı kurşunlarla yaralanmışlardı. Hatırladığım kadarıyla Dâru'l-Bayıd'dan bir genç, bir ünite kan bağışında bulunup çıkmıştı. Sonra kalbinden kurşunlanarak şehid edilmiş bir halde geri getirilmişti. Bu olayda şehid edilenlerin biri başından isabet almış ve kafatası parçalanmıştı. Yaralananların yaraları oldukça tehlikeliydi. O zaman hastane çevresindekilere yapılan saldırıda yirmi kişi isabet aldı ve bunlardan dördü şehid oldu. Yani isabet alan her beş kişiden biri şehid oldu. Bu da gösteriyor ki saldırıda bulunanlar kesinlikle hedef aldıkları kişileri öldürmek kastıyla ateş etmişlerdi."
İşgal yönetimi Hz. İbrahim camisi katliamını dünya kamuoyuna, akli dengesi yerinde olmayan aşırı dinci bir Yahudi tarafından işlenmiş bir katliam olarak kabul ettirmeye çalıştı. Ancak katliamdaki her şey gerçeği haykırıyordu... Katliamın bizzat işgal yönetiminin bilgisi dahilinde ve onun yardımıyla gerçekleştirildiği gerçeğini. Askerler cami hareminin kapılarını kapatmış ve namaz kılanları dışarı çıkarmaya yahut dışarıdan şehitlere ve yaralılara ulaşmaya çalışanlara engel olmuşlar, daha sonra da yaralıların hastaneye nakli esnasında ikinci bir katliam gerçekleştirmişlerdi. Sonra da şehitlerin ahirete uğurlanması esnasında halkı kabristana kadar izledi ve katliamı burada tamamladılar. Böylece Hicri 1414 yılının Ramazan ayının on beşine denk gelen "Kanlı Cuma"da sabah namazının kılındığı esnada bir Siyonist canavar tarafından başlatılıp onunla aynı fikirleri paylaşan ve aynı duyguları taşıyan işgalci askerler tarafından sürdürülen korkunç katliamda 67 Müslüman şehid oldu, 300'e yakın Müslüman da yaralandı.

Barush Goldstien Canavarı Neyin Nesiydi?
El-Halil'de o korkunç katliamı başlatan Barush Goldstien canavarının kimliğinden biraz söz etmek gerekiyor. Kimdi bu cani Yahudi ve nereden gelmişti? Bu cani aslında Siyonizm ideolojisinin bir aynası, kutsal Filistin topraklarını işgal altında tutan zihniyetin bir prototipiydi. O, Filistin toprakları üzerinde bir işgal hâkimiyeti kuran kitlenin arasından çıkmıştı ve onu bu derece vahşi bir katliamı gerçekleştirmeye yönelten duygular kendisine bu kitle tarafından kazandırılmıştı. Yani o kendini değil bir kitleyi ve zihniyeti temsil ediyordu. Bu cani mesleğiyle ilgili bütün insani değerleri unutmuş bir doktordu. Daha önce Amerika'da oturuyor ve Amerikan kimliğini taşıyordu. Orada doğmuş, sonra işgal altındaki topraklara göç etmiş ve terör yuvası Kiryat Arba Yahudi yerleşim merkezinde oturmaya başlamıştı. Bu kişi Kach (Kâh) terör örgütünün eski bir mensubuydu. Terörist haham Meir Kahane'nin (Meyr Kahane) en katı bağlılarındandı. İsrail ordusunda üç yıl süreyle yedek subay olarak görev yapmıştı.

Goldstien müslümanlara karşı kin ve nefret duygularıyla beslendi hep. Sürekli o havayı teneffüs etti. Yahudi katil Goldstien'den sonra sivil olan bazı Yahudiler onun bu katliamıyla gurulanıyor ve fikirlerini saklamaktan utanmıyorlardı.

Bakın Filistin topraklarına adeta mayınlar gibi yerleştirilen yahudi yerleşimcilerden biri ne diyor: "Belki insanlığın çoğu bu olayı duymak bile istemez. Ama bize göre bu gerçekten büyük bir eylemdir. Biz yeterince insan öldürülmediğine inanıyoruz. Yine de Tanrı'ya şükürler olsun. Öldürülen insan sayısı pek fena sayılmaz. Bu iyi bir başlangıç sayılır."  Bu zihniyet sadece bir iki kişiye mahsus zihniyet değil. Kendilerini insanlığın efendileri, diğerlerini ise hizmetçi ve köle sürülerinden ibaret sayan Siyonizm ideolojisinin bütün bağlıları böyle düşünür.

Bakın bir başka Yahudi yerleşimci ne diyor: "İsterdim ki bu cesareti ben gösterebilseydim. Öyle bir cesarete sahip olsaydım hiç çekinmeden bu eylemi ben yapardım."

"Siz Goldstien'ın size göre bir kahraman olduğuna inanıyor musunuz?" sorusuna muhatap olan bir başka Yahudi yerleşimci de şu cevabı veriyor: "Evet. Onun bir kahraman olduğuna ve övgüye değer kahramanca bir eylem gerçekleştirdiğine inanıyorum."

El-Halil Katliamının Perde Arkası
Uluslararası Siyonizmle göbek bağı içinde olan basın yayın organları Filistin halkının bağımsızlık ve varlık mücadelesini "terör" olarak kabul ettirebilmek için ellerinden gelen bütün gayreti sarf ederken işgalci Siyonistlerin vahşi katliamlarını "ferdi eylem" şeklinde yansıttılar. Oysa Siyonist devlet bütün bu katliamları planlı bir şekilde gerçekleştirmekte ancak kendisinin çirkin yüzünün dünya kamuoyu tarafından görünmesini engellemek amacıyla pratikte "ferdi eylem" metoduna başvurmaktadır. Bakın Hz. İbrahim Camisi'nde namaz kılanlara yönelik saldırıda bacaklarından iki kurşun yarası alan 20 yaşındaki Muhammed Sâri adlı genç olaylarla ilgili olarak neleri anlatıyor:

"Olaylar Perşembe günü yatsı namazı esnasında başladı. İsrail askerleri ve silahlı sivil Yahudiler bu sırada caminin etrafına toplanarak, bu günün Yahudilere özel bir bayram günü olduğunu ileri sürdüler ve Müslümanları camiye girmekten alıkoymak istediler. Namaz kılmak isteyenler dışarıda bir alanda toplandılar. Bu sırada sivil Yahudiler namaz kılmak üzere toplanan Müslümanlara doğru el bombaları attılar. Müslümanlar camiye girmek için ısrar edince Yahudi askerler önce küçük gruplar halinde sonra teker teker camiye girmelerine izin verebileceklerini söylediler. Gece saat on sıralarında da askerler namaz kılmak üzere camiye toplanan Müslümanlardan camiyi tamamen terk etmelerini istediler. Yahudi askerler Müslümanların camiyi terk etmeleri esnasında çok sayıda Müslümana dayak attılar. Ertesi sabah Müslümanlar sabah namazını kılmak için camiye toplu halde geldiler. Sabah namazına toplananların sayısı 1500'ü bulmuştu. Bunların arasında kendilerine tahsis edilmiş olan yerde namaz kılan kadınlar da vardı. Müezzin namaz için kamet getirdi. Biz saf tuttuk ve namaza başladık. Rüku ettik. Sonra birinci secdeye vardığımızda seri bir şekilde ateş edildiğini duyduk. Yüzümü sesin geldiği yöne çevirdiğimde askeri elbiseler giyinmiş ve otomatik makineli tüfek taşıyan birinin namaz kılanlara doğru mermi yağdırdığını gördüm. Saldırgan, caminin sütunlarından birini siper almış oradan ateş ediyordu. Saldırgan saldırı esnasında arka arkaya sekiz şarjör boşalttı."

Filistin İslami Direniş Hareketi HAMAS'ın açıklamalarında da katliamın sadece gözü dönmüş bir Yahudinin işi olmadığı olayın arkasında Siyonist İsrail yönetiminin ve bunun da ötesinde Siyonizm anlayışının olduğu vurgulandı. HAMAS'ın 26 Şubat 1994 tarihinde katliamla ilgili olarak düzenlediği basın toplantısından sonra yayınlanan bildirisinde bu konuyla ilgili olarak şu ifadelere yer verildi: "Siyonist katillerin mübarek Ramazan ayının tam ortasında, mübarek cuma gününde ve Halilurrahman şehrinde bulunan kutsal Hz. İbrahim Camisi'nde namaz kılanları secdede yakalayarak gerçekleştirdikleri bu katliam onların İslâm'a ve Müslümanlara karşı gözü kapalı bir şekilde duydukları kinin göstergesidir. Bu katliam sadece Filistin halkını hedef almış değildir. Aksine açık bir şekilde İslâm inancına ve medeniyetine yöneltilen bir saldırıdır."

Siyonistler El-Halil katliamının birinci yıldönümünde katliamın baş sorumlusu olarak görülen Barush Goldstien'ın oturduğu Kiryat Arba Yahudi yerleşim merkezinde bir tören düzenlediler. Bizzat İsrail kaynaklarının verdiği haberlere göre törene bazı hahamlar da katıldı ve Goldstien'ı andılar. Kach (Kâh) adlı terör örgütüne mensup Siyonistler  ayrıca Goldstien'ın mezarı başında da bir anma töreni düzenlediler.

Filistin'in el-Halil kentini sembolize eden ve katliamın yapıldığı Hz. İbrahim Camisi'nin ilk şeklinin Hz. İbrahim (a.s.) tarafından inşa edildiği rivayet edilir. Caminin adı bu yüzden ona nispet edilir. Nitekim elde mevcut tarihi kayıtlara göre M. Ö. 1900'lü yıllarda Hz. İbrâhim (a.s.) bu şehre gelip yerleşmiş ve bir mabet inşa etmiştir. İşte bu mabed bugünkü Hz. İbrahim Camisi'nin ilk şeklidir.

Hz. İbrahim Camisi'nin bulunduğu şehir, Siyonist işgalcilerin eline 1967 Haziran Savaşı'ndan sonra geçti. Caminin asıl dramı da bu tarihten sonra başladı. Yahudiler Hz. İbrahim Camisi'ni işgal edebilmek ve bu kutsal mabedi sinagoga dönüştürebilmek amacıyla el-Halil'in tam merkezine bir Yahudi yerleşim merkezi kurdular.

Yahudiler başlangıçta tek tek gelerek cami haremi dışında dini törenlerini yaptılar. Daha sonra onların da cami haremi içinde ibadetlerini yapmalarına izin veren bir karar çıkarıldı. Bu, o kutsal mabedin halis İslâmi kimliğine yönelik ilk saldırıydı. Bu izin, kalabalık bir tören ve toplu ibadetle kutlandı. 27 Ağustos 1972'de gerçekleştirilen bu ibadet ve törenlere Yahudi terör örgütlerinden Kach'ın (Kâh)  lideri haham Meir Kahane önderlik etti.

Bu ve bunun gibi zincerleme planlarla Siyonistler adım adım El Halil Camisini işgal etmeye başladılar. Yapılan katliam da bu planın bir parçasıydı.
Bu vesileyle, bu katliamda şehid edilen Filistinli Müslümanların şehadetlerinin Filistin'in özgürlüğüne vesile olmasını, ve tüm ümmetin dört gözle beklediği zaferi yakınlaştırmasını temenni ediyoruz.

25 ŞUBAT 1994: Tatvan`da Gıyaseddin Barlak Hoca şehit edildi.

"Yatağımda ölmek istemiyorum. Ben İslam davası için mücadele edip şehit olmak istiyorum"

Şehid Gıyaseddin Barlak
1966 yılında babası Molla Ahmet Barlak, Van`ın Özalp Yünkuşak köyünde fahri imam iken oğlu Gıyaseddin dünyaya geldi. Çocukluğunu Yünkuşak köyünde geçiren Gıyaseddin`in ailesi 1974 yılında asıl memleketi olan Batman`ın Gercüş ilçesine yerleşti. Gıyaseddin, eğitim öğretim hayatına Gercüş`te başladı. Saçı, kirpikleri ve vücudu bembeyaz olduğundan gözleri iyi görmeyen Gıyaseddin, buna rağmen okumaktan hiçbir zaman geri durmadı.

Gıyaseddin`in vücudu güneşte kaldığında hep yanıyordu.  Bundan dolayı pek güneşte durmuyor ve güneşli havalarda dışarıya çıkamıyordu.  Gıyaseddin, okuldaki başarısı ve güzel ahlakı nedeni ile okul öğrencileri arasında sevilip sayılan biri oldu. Okulundaki başarısı ile birlikte İslami öğrenime kendini adayan Gıyaseddin, okul çıkışında Kur`an-ı Kerim dersini alabilmek için caminin yolunu tutardı.

Zeki ve akıllı olan Gıyaseddin isteseydi doktorluk, öğretmenlik gibi daha cazip meslekleri kazanabilecekken temiz ve imanlı bir nesil yetiştirme derdinde olup, imam olmayı tercih etti. Bu nedenle düz liseden imam hatibe geçiş yaptı. 1989–1990 yıllarında Mardin İmam Hatip Lisesini dışarıdan okuyarak bitiren Gıyaseddin, 1993 yılında girdiği imamlık sınavını kazanarak imam oldu.

İnsanlara faydalı olabilmek ve temiz imanlı bir nesil yetiştirebilmenin yolunun Kur`an-ı Kerim ve İslami kitapları okumaktan geçtiğini biliyordu. Bu yüzden ara vermeden ilim öğrenmeye devam etti. Gercüş`te Siirtli Molla Yusuf`dan, Silvan`da Molla Salih`ten, Ergani`de Molla Mustafa`dan, Cizre`de Şeyh Zeki`den ve Sason`da Molla Ali gibi hocalardan dersler alarak okudu.

Ağabeyi Mahmut Barlak, kardeşi hakkında şunları dile getirdi: "Toplam 8 kardeşiz. Kendisi gibi iki erkek kardeşimiz daha beyaz tenlidir. Gıyaseddin aile içerisinde güzel ahlakı, temiz huyu ile sevilen biriydi, arkadaşları arasında da iyi bir örnekti. Beyaz tenli oluşu ile de akraba, komşu ve çevresinde ayriyeten sevilen bir çocuktu. Kardeşler arasında da bir nevi denge unsuru idi, herkesle iyi geçinirdi.

Şehidin güzel bir sesi vardı, bundan dolayı Kur`an`ı daha güzel okurdu. Çok ihtiyarlanmış ve yatağa mahkum olmuş dedeme aile içerisinde en çok yardımcı olan oydu. Bundan dolayı dedeme bir şey lazım olduğu zaman ondan başkasından istemezdi. Bu yüzden dedemin hep duasını almıştı. Gıyaseddin  küçüklüğünden beri devamlı İslami  camianın içinde bulunmuş, gayri İslami hiçbir oluşumun içinde bulunmamış, gayri İslami bir ahlak edinmemişti.
Şehid Gıyaseddin, Müezzin olarak görev yaptığı Tatvan Merkez camisinde güzel ahlakı ile cami cemaatinin sevgisini kazanmış, okuduğu Kur`an-ı Kerim ve ezanlarla büyük takdir almıştı. Kısa bir süre zarfında camide Kur`an dersini verdiği bir sürü talebesi olmuş ve bunlarla çok iyi bir diyalog içerisine girmişti. Onun bu çalışmaları bütün Tatvan'da kısa bir zamanda duyulur olmuştu.

Yakın arkadaşlarından olan bir müslüman, çok sevdiği arkadaşı Molla Gıyaseddin`in şehadete olan özlemini ve İslam`a hizmet aşkını şu ifadelerle anlatıyor: "Molla Gıyaseddin, hasta olduğu bir zamanda ziyaretine gittik, durumu çok ağırdı. Hal hatırını sorduğumuzda ‘Allah`a şükürler olsun iyiyim. Ama yatağımda ölmek istemiyorum. Ben İslam davası için mücadele edip şehit olmak istiyorum` dedi. Görev yaptığı Tatvan`dan bizim evimize izne gelmişti. İzni bittikten sonra ısrarla birkaç gün daha kalmasını istedik. Fakat kendisi; ‘Asla olmaz ben Kur`an-ı Kerim okuyan yüzlerce talebenin vebalini taşıyorum. Sonra bunun cevabını nasıl veririm` diyerek aynı gün Tatvan`a gitti. Molla Gıyaseddin, beyaz saçlı ve beyaz tenli olduğu için iyi göremiyordu. Bundan dolayı bazı hizmetlerden geri kalınca üzülüyordu. Oysa kendisi arkadaşlarının yaptığı hizmetin daha fazlasını yapmak isterdi. Kesinlikle gözünün az görmesini kendine mazeret yapmaz, elinden gelenin fazlasını yapardı."

Yine bir arkadaşı onun şu yönünü anlatıyor; "Molla Gıyaseddin, huy olarak boş durmayı sevmezdi. Bu yüzden Gerçüş`te Öğretmen Kitap Kırtasiyede çalışmaya başladı. Gençler ile diyalogu iyi olduğundan çok seviliyordu. Tek amacı gençlere İslami terbiyeyi aşılamaktı. Bu yüzden gençlere kitap hediye eder, değişik yerlere gezmeye götürür, saatlerce İslamı anlatırdı. Amacı İslami bir nesil yetiştirmekti"

Bir öğrencisi Molla Gıyaseddin hakkında şunları dile getirdi: "Tatvan`da Merkez Yeni Camii`nde müezzinlik yaptığı ilk günlerde gönülden yanık bir dille okuduğu ezanlar duyanların ilgisini çekiyordu. Mahallelileri bilhassa gençleri kendisine çekti. Gençler onunla tanıştıktan sonra da kuvvetli bir bağ ile kendisine bağlanıyordu. Kısa bir zaman sonra Kur`an dersleri vermeye başladı. Derse  gelenlerle ayrı ayrı ilgileniyor ve çok özenle ders veriyordu. Tatvan`da dağınık durumda olan İslami faaliyetleri toparladı. Her kesimden insanlar etrafında toplanıyordu. Onun bu hizmetlerini hazmedemeyenler çevresinde bir araya gelen gençlerin ailelerini uyarıyor ve gençleri aleni takip ederek gözdağı vermek istiyorlardı."

Babası Ahmet Barlak, "Oğlum, bir yıllık nişanlı idi, kimseye zararı dokunmamıştı. Tek amacı yetişen yeni neslin İslam`dan haberdar büyümesi idi. Ömrünü İslam`a adamış bir peygamber sevdalısı idi. Biz onu Ramazan Bayramından hemen sonra amcasının kızı ile evlendirecektik; ama kısmet olmadı. Allah onun hakkını zalimlerin yanına bırakmasın" dedi ve oğlunu anlatmaya devam etti; "Oğlum 1993 yılında Tatvan Merkez Camiine müezzin olarak atandı. Bir yıla yakın süre orada görev yaptı. Camiye gelenlere İslam`ı anlatıp Kur`an öğretiyordu. Yüz on öğrencisi vardı. Oğlumun kimseye bir zararı dokunmadı, kimsenin namusuna göz dikmedi, kimsenin malını çalmadı, tek gayesi İslam`dı. Allah`a şükürler olsun, İslam için çalışıp mücadele etmenin bir mükafatı olacak ki, oğlum 1994 yılı Ramazan ayında Perşembe akşamı teravih namazından sonra eve giderken karanlık odaklarca kurulan pusuda şehid edildi, daha 28 yaşında idi"

Şehid Gıyaseddin Barlak'ın şehadeti, aynı zamanda derin devlet adıyla yuvalanmış habislerin karanlıklarda çevirdiği işlerin deşifre olmasında da manidardır. Zira Şehid Gıyaseddin'i bizzat şehid eden Murat ismindeki mürted, BBC Türkçe dahil bir takım medyada çıkan itiraflarında Molla Gıyaseddin'i nasıl şehid ettiğini anlatmış, silahı ve emri kimlerden aldığını anlatmıştır. Ama ne yazık ki, bu itiraflar karşısında harekete geçilmemiş ve gerektiği gibi bu cinayetin üzerine gidilmemiştir. Zira, Polis-İtirafçı çetesinin itirafçı kanadından olan Murat Kurtboğan, polislerle yaptıkları karanlık işleri teker teker açıklamaktaydı. Anlatımların en ilginci de polis marifetiyle işlenen cinayetler serisi ve bu serinin ilk halkasını oluşturan Molla Gıyaseddin cinayetiydi. Murat Kurtboğan adlı mürted katil, itiraflarında gördüğü işkencelerden dolayı polisle çalışmayı kabul ediyor. Murat Kurtboğan'ın işlediği siyasi bir suç, polisin yardımıyla adli suçmuş gibi gösteriliyor. Böylelikle daha az ceza alan Murat Kurtboğan, cezaevinde olmasına rağmen sık sık hastane bahanesiyle emniyete getirilerek gözaltına alınanları teşhis ediyor hatta kendi beyanıyla işkence bile yapıyor. Bu dönemde itirafçı Murat Kurtboğan ile A. D. adlı bir Komiser muhatap olmaktadır. Bu komiserin tayini çıkınca yerine Hakan adında bir polis gelerek Murat Kurtboğanla irtibatı sağlar. Bu arada Murat Kurtboğan'ın sevki Bitlis Cezaevine çıkar. Bitlis Cezaevine gittikten sonra Hakan adlı bir polis cezaevine kadın sokarak Murat'ın zina yapmasını sağlar. Ve beraberce ortalığı nasıl karıştırabilecekleri üzerine plan yaparlar. Murat Kurtboğan, Tatvan'da Molla Gıyaseddin Barlak'ı tanıdığını, onu öldürmeleri halinde ortalığın karışabileceği tavsiyesini verir.

Kurtboğan anlatımlarına devamla şöyle demektedir;  “15 Şubat 1994 günü polis Hakan, itirafçı Nurettin, yanlarında bir kadınla beraber ziyaretime geldiler. Getirdikleri kadınla beraber oldum. 23 Şubat 1994'te yine polis Hakan, polis Ahmet ve itirafçı Nurettin cezaevine gelerek seni eğlenceye götüreceğiz dediler. Dışarı çıkardılar, nasıl bir eğlence olacak diye sorduğumda Molla Gıyaseddin'e yönelik benim önerilerim doğrultusunda eylem yapacağımızı anladım. Polis Hakan bana ve Nurettin'e 9 mm çapında birer Astra marka tabanca verdi. Polis aracıyla Tatvan merkeze gittik. Komiser Yrd. Hakan eylemin yapılış şekliyle ilgili PKK itirafçısı Nurettin'e gerekli talimatları verdi. Molla Gıyaseddin'in olduğu sokağa gittik. Molla Gıyaseddin karşıdan gelince silahımı çıkardım, iki el ateş ettim, sendeledi. Nurettin de en az dört el ateş etti. Sokakta bazı kapılar açıldı, ancak kimse bizi fark etmedi. Bizi bekleyen polis aracına bindik ve uzaklaştık. Tatvan çıkışında eylemin detaylarını polislere anlattık. Komiser Hakan beni durgun vaziyette görünce nedenini sordu. Ben de uzun zamandır elime silah almamıştım, ondan dolayı biraz heyecanlandığımı söyledim. Kendisi bana moral vermeye çalıştı, sonra beni tebrik etti ve Bitlis cezaevine teslim etti.”

Cezaevine gelişte kendisini karşılayan ikinci müdür M. Ç. dışarıya çıkarıldığından kimsenin haberinin olmaması gerektiğini, koğuştakilere de mutfakta yapılan aylık temizlik işini yaptığını, ondan dolayı fazla kaldığını söylemesini, hatta gardiyanların da bundan haberdar olmamaları gerektiğini tenbih ettiğini belirtmiştir.

Derin Devletin kirli işlerine sadece bir işaret olan anlatımlar bizzat Murat Kurtboğan adlı itirafçı katil'in kendi anlattıkları olup medya yansımakla beraber DGM dosyalarında da bulunmaktadır. Bu kirli işler BBC Türkçe'nin bile dikkatini çekmiş, itirafların ortaya çıktığı dönemde BBC Türkçe haber programlarında bu ititrafları gündeme getirmiştir. Derin Devlete hizmet eden ve görevlerine ihanet eden bir takım resmi hüviyetli memurların karıştığı bu karanlık işler hem devlet hem de medyaca görülmemiş, üstüne gidilmemiştir. Sonuç olarak Molla Gıyaseddin, kanının hesabını tek hesabı olan Allah huzurunda soracak, katillerinin yanına kalmayacaktır.

Allah Şehadetini Kabul Etsin...

 

 

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir