• DOLAR 32.574
  • EURO 34.82
  • ALTIN 2500.453
  • ...
Cezayir`de FİS`in Kazanması Üzerine İç Savaş Başladı!
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

doğruhaber / tarihte bugün / 12 Ocak

GÜNÜN AYETİ

“Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun…” (Kasas suresi 77. ayetin meali)

GÜNÜN HADİSİ

“Müsamaha göster ki, sana da müsamaha gösterilsin” (Taberani)

GÜNÜN SÖZÜ

Hz. Ali, Kûfe çarşısında elinde kamçısı olduğu halde gezip şöyle derdi: 'Ey tüccarlar! Hakkı alınız ve hakkı veriniz! Böyle yaptığınız takdirde (faizden veya felâketten) salim kalırsınız. Az kâra razı olun ki, çok kârdan mahrum olmayasınız.`

TARİHTE BUGÜN

1875: Osmanlı Döneminde Beyoğlu'nda Tünel işletmeye açıldı. Tünel, 1863'de Londra'da hizmete giren yeraltı toplu taşıma sistemlerinden sonra inşa edilen dünyanın en eski 2. yeraltı toplu taşıma sistemidir.

1915: ABD Temsilciler Meclisi kadınların da oy kullanması yönündeki kanun teklifini reddetti.

1944: TC tarihinde Genel Kurmay'da ilk devir teslim yapıldı. Mareşal Fevzi Çakmak yaş haddinden emekliye ayrıldı, yerine Kazım Orbay atandı. Fevzi Çakmak`ın doğum gününde bu devir teslim yapılması ilginç bir tevafuk.

1952: ABD yönetimi, Marshall Planı (Okunuşu: Marşal) çerçevesinde Türkiye'ye 58 milyon dolarlık askeri yardım yapılmasına onay verdi. (4)

1961: Siyasi partilerin faaliyetine izin verildi. 1960 askeri darbesi sonrası Türkiye`de demokrasi rafa kaldırılmış, siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmıştı.

1966: Fikir suçlarının da af kapsamına alınması istendi. Buna rağmen 19 Temmuz 1966`da Meclis'ten çıkan Af Kanunu'nda 141. ve 142. madde "suçluları" af kapsamı dışında bırakılırken vergi ve döviz kaçakçılığı suçları af kapsamına alındı.

1967: Dr. James Bedford, gelecekte tekrar canlandırılmak üzere, kriyojenik olarak dondurulan ilk insan oldu. (5)

1973: Milli Gazete yayın hayatına başladı.

1976: BM Güvenlik Konseyi, 11 e karşı 1 oyla, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün, oy verme hakkı olmaksızın Güvenlik Konseyi tartışmalarına katılmasına karar verdi.

1987: 15 Üniversite yönetimi, YÖK'ün getirdiği türban yasağını uygulama kararı aldı.

1988: Tek tip elbise giymeyen tutuklu ve hükümlülerin ziyaretçileriyle görüştürülmemesi cezaevlerinde sorunları başlattı.

1991: Amerika Birleşik Devletleri kongresi Irak birliklerinin Kuveyt'ten çıkarılması için hükümete güç kullanımı yetkisi verdi.

1991: Türkiye`nin Irak sınırındaki askeri sığınak bölgesinde bulunan askerlerin terhisleri durduruldu. Güneydoğu halkı, batıya doğru yoğun bir şekilde göç etmeye başladı. Saddam`ın kimyasal kullanma korkusu

1992: Cezayir`de FİS`in seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanması üzerine 80.000 kişinin hayatını kaybettiği iç savaş başladı. (7)

1995: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Hükümeti kurma görevini verdiği Tansu Çiller'i başka partilerden transfer yoluyla gelen milletvekillerini Bakan yaparsa Kabineyi onaylamayacağı konusunda uyardı.

1998: 19 Avrupa ülkesi, insan klonlanmasının yasaklanması konusunda anlaştılar.

2000: Hükümeti oluşturan partilerin genel başkanları, yaptıkları 7.5 saatlik toplantı sonunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin idama mahkum edilen Abdullah Öcalan hakkında verdiği ihtiyati tedbir kararına uyulmasını kararlaştırdılar. Günlerdir yapılan tartışmalara nokta koyan bu kararla ilgili yapılan açıklamada; Bu kararın terör örgütü ve yandaşı çevreler tarafından Türkiye'nin yüksek menfaatleri aleyhinde kullanılmak istenmesi halinde, erteleme sürecinin kesilerek infaz sürecine geçileceği belirtildi. Abdullah Öcalan`ın bu kararla idamdan kurtarılması 2010`dan sonraki seçimlerde partilerin “Astın Asmadın” propagandalarına bolca malzeme verdi.

2006: Mina`da şeytan taşlama sırasında çıkan kargaşada 362 hacı adayı hayatını kaybetti.

2011: Hizbullah, Lübnan hükümetindeki 11 bakanını görevden çekti. 11 bakanın, 30 üyeli kabineden, eski başbakan Refik Hariri suikastı soruşturması konusundaki gerilim yüzünden istifa ettikleri belirtildi.

İstifaların ardından Hizbullah, Devlet Başkanı Michel Süleyman'ı yeni bir hükümet kurmaya çağırdı. Lübnan'da öldürülen eski Başbakan Refik Hariri'nin ölümünü soruşturan Uluslararası Komisyonun hazırladığı iddianamede, bazı Hizbullah üyelerinin suikastta yer aldığı ve suçlanacağı iddiaları üzerine ülkede siyasi kriz baş göstermişti. Sözde Uluslararası Komisyonu “İsrail projesi” olarak gören Hizbullah, mevcut Başbakan Saad Hariri'nin komisyonun elde ettiği araştırma sonuçlarını reddetmesini istiyor, aynı gün Washington'da ABD Başkanı Barack Obama ile görüşmesi öngörülen Saad Hariri ise bu talebe direniyordu. 


2011:  Tahran`daki evinin önünde düzenlenen bombalı saldırıda Tahran Üniversitesi Öğretim Görevlisi Mesud Ali Muhammedi şehid edildi. Mesud Ali Muhammedi`nin İran Atom Enerjisi Kurumunda çalıştığı iddia edilmiş, İran bu iddiaları yalanlayarak Mesud Ali Muhammedi`nin nükleer fizik alanında değil, kuantum fiziği alanında çalıştığını belirtmişti. 29 Kasım 2010`da Tahran`da yine 2 patlama olmuş 1 İranlı Nükleer Bilimci şehid olmuş, bir nükleer bilimci de yaralanmıştı. İran son zamanlarda Bilim adamlarının faili meçhul patlamalarda katledilmesinden İsrail`i sorumlu tutuyor.

2012 : Karanlık Güçler Yine İş Başında.

Batman Peygamber Sevdalıları Platformuna Üye Dernekler Arasında Bulunan 19 Mayıs Mahallesi'ndeki Sevgi Eğitim Kültür Ve Dayanışma Derneği-Sevgi Der'e Gece Saatlerinde Ses Bombası Atıldı.

Dernekte Kimsenin Olmadığı Bir Saatte Kimliği Belirsiz Kişi Veya Kişilerce Atılan Ses Bombası Maddi Hasara Neden Oldu.
Stklar Olayı Sert Bir Dille Kınadı…

MERCEK

12 OCAK 1876: Türkiye Cumhuriyeti kurucularından ve TC tarihinin iki mareşalinden biri olan Fevzi Çakmak doğdu.

Mustafa Fevzi Çakmak 12 Ocak 1876`da İstanbul`da doğdu. 10 Nisan 1950`de yine İstanbul`da ödü. Osmanlı Paşası ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci ve son mareşalidir. Türkiye'nin Atatürk`ten sonraki ikinci Başbakanı, ilk Milli Savunma Bakanı ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Cumhuriyet dönemindeki ilk Genelkurmay Başkanı'dır.

Fevzi Çakmak, İlk ve orta öğrenimini Kuleli Askeri Lisesi'nde tamamladıktan sonra 29 Nisan 1893'te Harp Okuluna kaydolarak 28 Ocak 1896'da Piyade Teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1907'de miralaylığa yükseldi.

1913'te 5. Kolordu Komutanlığı'na atandı. Mart 1915'de rütbesi mirlivalığa yükseltildi.

I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale, Kafkas ve Suriye cephelerinde savaştı. 1918'de ferikliğe yükseldi.

10 Eylül 1922, Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak Paşalar birlikte İzmir'e giriyorlar

Mondros Mütarekesi imzalandığında sağlık nedenleri ile İstanbul'da bulunuyordu. 24 Aralık 1918'den 14 Mayıs 1919'a kadar Ferik rütbesiyle Osmanlı Devleti'nin Erkan-ı Harbiye Reisliği bugünkü Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulundu. 1. Ordu Müfettişliği, Askeri Şura üyeliği, Ali Rıza Paşa ve Salih Hulusi Paşa hükümetlerinde Harbiye Nazırlığı yani Milli Savunma Bakanlığı yaptı. Harbiye nazırlığı sırasında Anadolu'daki milli kurtuluş hareketine silah ve cephane gönderilmesini kolaylaştırıcı bir tutum izledi. İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgalinin ardından Anadolu'ya geçmeye karar veren Fevzi Paşa, Nisan 1920'de Ankara'ya ulaştı. İstasyonda Atatürk tarafından törenle karşılandı. Birinci dönem TBMM'ye Kozan milletvekili olarak katıldı. 26 Mayıs 1920'de İstanbul Hükümeti tarafından Anadolu`daki hareketin önderlerinden biri olarak rütbesinin kaldırılmasına, nişanlarının geri alınmasına ve idamına karar verildi.

3 Mayıs 1920'de Ankara Hükümetinin Milli Müdafaa Vekilliğine yani Milli Savunma Bakanlığına getirildi. 24 Ocak 1921'de Mustafa Kemal Paşa'nın İcra Vekilleri Heyeti Reisliğinden bugünkü adıyla Başbakanlıktan ayrılması üzerine, Milli Müdafaa Vekilliği üzerinde kalmak kaydıyla İcra Vekilleri Heyeti Reisliğini, Başbakanlığı da üstlendi. İkinci İnönü Muharebesi'nin ardından 3 Nisan 1921'de rütbesi TBMM kararıyla birinci ferikliğe yani orgeneralliğe yükseltildi. Daha sonra da İnönü`nün yerine TBMM tarafından Genelkurmay Başkanlığı görevine de getirildi. 3 Ağustos 1921'de Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı görevlerini hep birlikte yürütmeye başladı.

14 Ocak 1922'de Milli Savunma Bakanlığı, 9 Temmuz 1922'de Başbakanlık görevlerinden ayrıldı ve Genelkurmay Başkanı olarak Büyük Taarruz'un askeri planlarını hazırladı. 31 Ağustos'ta rütbesi Atatürk`ün tavsiyesi üzerine TBMM tarafından Mareşalliğe terfi ettirildi.

30 Ekim 1924'e kadar TBMM'de İstanbul Milletvekilliği görevine devam etti. Atatürk`ün askerlik yapanların siyasete karışmamaları gerektiğine dair talimatından sonra, 31 Ekim 1924'te askerlik görevini, siyasete tercih ederek İstanbul Milletvekilliği'nden istifa etti. Atatürk`ün savaştan sonra subayları, askerlikle siyaset arasında tercihe zorlaması, Meclis`i üniformalardan arındırmak olarak gösterildiyse de orduyu kendi siyasi duruşuna karşı olan subaylardan temizleme projesinin ta kendisiydi. Bu şekilde Atatürk ordu içindeki muhaliflerini de tasfiye etmiş olacaktı.

O günden sonra ordu idaresi, Mareşal Fevzi Çakmak`a bırakıldı. Namazında-niyazında diye anlatılan Çakmak, Cumhuriyet`in hiçbir sosyal projesine muhalefet etmedi. Aksine gerek Şeyh Said öncülüğünde gerek Dersim`de bu projelere muhalefet edenleri “adam keserek” cezalandıran cephenin öncüleri arasında yer aldı.

Anlatılanlar doğruysa Mareşal, devletin İslam karşıtı projelerini planlamak dışında her işe karışırmış. Akdeniz`i İç Anadolu`ya bağlayacak yol mu yapılacak? “Yol yaparsak oralarda gözü olan İtalyanların işi kolaylaşır” diye karşı çıkarmış. Bir yerde fabrika mı yapılacak, askerî sahaya giriyor deyip engellermiş.

Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği Genelkurmay Başkanlığı görevini 23 yıl yaptıktan sonra 12 Ocak 1944'de doğum gününe denk gelen günde 68 yaşında Askerî ve Mülkî Tekaüt Yasası'na göre Tahdit-i Sin yani yaş haddinden dolayı emekliye sevk edildi.

1946 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız aday olarak TBMM'de 8. Dönem İstanbul Milletvekili seçildi. 5 Ağustos 1946'da milletvekili seçilerek 22 sene sonra tekrar Meclise katılan Fevzi Paşa, Demokrat Parti genel başkanı Celal Bayar'ın dönemin Cumhurbaşkanı'nın demokratik seçimlere izin vermesi için söylediği "Devr-i Sabık yapmıyacağız" yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız demesinden sonra partisinden istifa ederek, 19 Temmuz 1948'de Osman Bölükbaşı ile birlikte Millet Partisi'nin kurucu üyeleri arasında yer aldı.

10 Nisan 1950 tarihinde vefat etti.

Atatürk'ün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak'ın anlattığına göre Atatürk, kendisinin halefi olarak Fevzi Çakmak'ı görmekteydi.
Nitekim Özel Kalem Müdürü Atatürk`ün şöyle dediğini belirtir. "Şüphesiz ki, konuşma ve seçme hakkı TBMM'ye aittir ancak bu konudaki düşüncelerimi belirtmek isterim. Akla ilk olarak İsmet Paşa gelmektedir. Kendisi bu ülkeye büyük katkılarda bulunmuştur. Ancak, bir nedenden dolayı kamuoyunun teveccühünü kazanamamış gibi görünüyor. Mareşal Fevzi Çakmak da ülkesine büyük katkılarda bulundu ve bununla birlikte herkesle de iyi geçinebilmekte. Üslerinin düşüncelerini her zaman takdir etmiş ve kimse ile kavga içerisinde değil. Bu sebeplerle kendisi devletin başı için en uygun adaydır."

12 OCAK 1905: Türkçü ve Turancı fikirleriyle tanınan Hüseyin Nihal Atsız doğdu.

Hüseyin Nihal Atsız, 12 Ocak 1905`de doğdu. 11 Aralık 1975`de öldü.
Türk yazar, şair, tarihçi ve ideologdur. Kendini Türkçü ve Turancı olarak tanımlar.

Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Gökalp`ın cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşıt öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise Arap asıllı Bağdatlı bir teğmene selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalesinin bir dergide yayınlanması ile hocası Mehmet Fuad Köprülü' nün dikkatini çekti. Mehmet Fuad Köprülü Ziya Gökalp çevresinden olup varlığını Türkçülük üzerine çalışmalara ayırmış bir kişidir.

Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti`nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931'de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar “Atsız Mecmua”'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdulkadir İnan gibi edebiyat ve tarihçilerin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde çok tesir yapan Türkçü bir çığır açmış, adeta Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.

Burada şunun altını çizmemiz gerekiyor.

Cumhuriyetten sonra oluşturulan Türkçülüğe öyle bir ayar verilmesi gerekiyordu ki, Yeni ve Genç Cumhuriyet`in sahip olduğu anlayışla bağdaşmayan Türk Tarihi makaslanacaktı. Diğer bir deyişle Yeni Rejimin işine gelmeyecek bir “Türkçülük Fikriyatı” geliştirilmeyecekti. Zira Türkçülük yapılırken Osmanlılar ve Selçuklular başta olmak üzere İslam ile iç içe geçmiş Türkler de anılacaktı.. Böyle olunca yeni jenerasyonlar, içinde İslam ile iç içe geçmiş Türkleri de Türkçülük Fikriyatı içinde yad etmiş olacaktı. Bu da yeni rejimin hiç işine gelmezdi. Dolayısıyla öyle bir Türkçülük Fikriyatı geliştirilmeliydi ki; Türklerin İslama hizmet ettikleri, devlet yapılarını, bürokrasilerini ve sosyal hayatlarını İslamla şekillendirdikleri kesitler olmamalıydı. Türk Tarihindeki bu dönem, fikri sansürle dışlanmalıydı. Yeni jenerasyon Türkçüler, Türk denince Cumhuriyet projesiyle bağdaşık fikirlere sahip olmalıydı.

Bu projeyi şekillendiren, geliştiren, Cumhuriyet Türkçülüğünü oluşturan kadrolar içinde bulunan Nihal Atsız`ın Türkçü ve Turancı Fikre katkıları bugün onun aynı kafa yapısına sahip olanlar arasında hürmetle anılmasını sağlamıştır.

Nihal Atsız radikal bir Türkçü/Turancı olduğundan Komünistlerle dergilerinde ve yazılarında çok ciddi tartışmalara girmiştir. Yazılarından dolayı lehinde ve aleyhinde büyük sokak gösterileri yapılmıştır. Bazen yazıları sağcı gençleri galeyana getirmiş sokaklara dökmüş, bazen de komünistleri kızdırmış sokaklarda taşkınlığa sebep olmuştur. Sürekli açılan davalar yüzünden memuriyetine defalarca ara vermiş, birkaç kez cezaevine girip çıkmıştır. Yargılandığı davalar arasında en meşhuru 'Irkçılık-Turancılık Davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme olup bu davada ölünceye kadar Türk Milliyetçiliği için çalışan Alpaslan Türkeş`in de olduğu dönemin meşhur Türkçüleriyle yargılanmıştır.  

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı.

12 OCAK 1951: Uluslararası Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi yürürlüğe girdi. 

9 Aralık 1948`de imzaya açılan, yine 1948 Aralık Ayında BM Genel Kurulunda kabul edilen, Uluslararası Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin, 1951 yılının 12 Ocağında yürürlüğe girmesi münasebetiyle soykırım tabirinin üzerinde durmak gerekirse;

Soykırım; “Irk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir.”

Tam tanımı soykırım konusunda çalışan akademisyenler arasında değişiklik gösterse de, 1948`de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi`nde hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. Sözleşmenin 2. maddesi soykırımı şöyle izah eder;

“ (Soykırım)Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: ‘Grubun üyelerinin öldürülmesi

Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi

Grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması

Grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması

Çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”

Metinde geçen Grup etnik, dinsel, ırksal, fikirsel… şeklinde tüm gruplaşmaları kapsamaktadır.

Bu tanıma göre başını İsrail ve Amerika`nın çektiği Batılı Devletlerin çoğu bugün bu suçun alasını işlemektedirler. 

Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi`nin giriş bölümünde soykırım olaylarının tarih boyunca yaşandığı fakat Birleşmiş Milletler`in Raphael Lemkin (Okunuşu: Rafel Lemkin) bu terimi oluşturana ve Nürnberg (Okunuşu: Nünberg) mahkemelerinde Holokost`un failleri yargılanana kadar soykırım suçunu uluslararası hukuk altında tanımlamadığı söyleniyor.

Bu şu anlama geliyor; Birleşmiş Milletler, Raphael Lemkin “Soykırımı” tanımlamayana ve Holokost failleri yargılanmayıncaya kadar Soykırımı bir insanlık suçu olarak ele almadı.

Kim bilir, bu bölüme gelinceye kadar belki bazı izleyicilerimiz “Birleşmiş Milletler kedi olalı bir fare yakalamış.. Doğru bir adım atıp güçlü olanların güçsüzleri soykırıma uğratmasını suç sayıp cezalandıracak bir sözleşme yapmış” diyecekler. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Birleşmiş Milletlerin Holokost`a kadar soykırıma hukuksal düzenleme yapmaması ve soykırımı resmi tanımlamasında Raphael Lemkin`e yer vermesi Birleşmiş Millet`lerin Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi`ni insani bir gerekten öte Dünya Yahudilerinin elinin elini güçlendirmek için olduğunu gösteriyor.

“Soykırım” tanımını yapan Raphael Lemkin, Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak 1900 yılında doğar. Genocide (Okunuşu: Genosit) yani soykırım tanımı da Nazi Almanya`sının sözde Avrupalı Yahudileri katletmesinden sonra Churchill`den (Okunuşu: Çorçil) esinlenerek yapar. Holokosta gelince..! Holokost; tüm, komple anlamına gelen "holos" ve yakılmış, köz olmuş anlamına gelen “kaustos”sözcüklerinin birleşiminden oluşur ve tamamen yakılmış, yanıp kül olmuş anlamına gelir. Holokost sözcüğü, aslen Yahudi dini törenlerinde yakılarak Tanrıya sunulan bir sununun adıdır. Sözde Yahudi soykırımının dünya gündemine girmesiyle Holokost sözcüğü bu felaketi tanımlamak amacıyla kullanılmaya başlandı. Nazilerin Avrupa`da 17 milyondan fazla insanı sistemli bir şekilde yok ettikleri belirtilir. Avrupalı Çingeneler, Nazi muhalifi Almanlar, engelliler ve özürlüler, savaş tutsakları, Lehler, Slavlar, Sintiler, Romanlar, Yenişler, Nazilerin kurbanları olmasına rağmen sözde küresel akademisyenler sadece Nazilerin katlettiği Yahudileri Holokost`un tanımına sokarlar. Öldürülen diğer grupları Holokost`a dahil etmezler. Bu apayrı bir riyakârlık ve ikiyüzlülük olmakla beraber Holokost`a kadar Birleşmiş Milletlerin soykırım konusunda kılını kıpırdatmadığını hatırlatalım.

2. Dünya Savaşı dönemlerinde Yahudileri sözde katleden Nazilerden yakalanabilenleri Almanya`nın Nürnberg şehrinde açılan uluslar arası davalarda yargılandılar. İsrail Devleti kurulunca da Mossad ajanları dünyanın çok farklı yerlerinde operasyonlar yapıp Nazileri yakaladılar ve yargıladılar. Ellerini kollarını sallayarak yaptıkları bu operasyonlar, Holokost ile meşrulaştırılıyordu.

Bununla kalmadı.. Avrupa`nın birçok ülkesinde Holokost`u tartışmak veya inkar etmek suç kapsamına alındı. Bugün Holokost`u inkarın suç kabul edildiği ülkelerden birinde “Naziler anlatıldığı gibi Yahudileri öldürmemiştir” diyecek olursanız suç işlemiş olacak ve hapis cezasına çarptırılacaksınız. Buna örnek, David Irving (Okunuşu: Deyvid Erving) adındaki bir İngiliz yazardır. Bu kişi, Yahudi soykırımının çok büyük çaplı olmadığını, ölen birçok Yahudi`nin tifo gibi hastalıklardan öldüğünü söyleyip, Almanya'nın hiçbir kampında gaz odasının bulunmadığını iddia ettiği için 3 yıl hapse mahkûm edilmiştir.

Birleşmiş Milletler`in Avrupalı Yahudilerin sözde Nazi katliamına maruz kalmalarından ve Nürnberg Mahkemelerinden sonra Soykırımı suç sayan ve ceza öngören bir sözleşmeyi imzaya açıp Genel Kurulda kabul etmesinin altındaki bir hakikat budur.

Yahudilerin ellerini güçlendirmeye ve onlara küresel bir kalkan olmaya matuf bu sözleşme bugün şartlarında metne kalarak uygulanıyor olsaydı; “Çıkış sebebine takılmayalım! Soykırım yapanlar cezalandırılıyor ya, bu yeter” derdik. Ama maalesef bunu dahi diyemiyoruz. Çünkü Birleşmiş Milletler gibi küresel kurumlar üstünden cirit atan büyük devletler, bir ülkeyi işgal edip soykırım kapsamına giren fiillerde bulundukları zaman bunun adı “demokrasi getirmek, diktatörden kurtarmak, dünya barışına katkıda bulunmak…” olurken özellikle Müslüman ülkeler olmak üzere dünya emperyalizmine baş eğmeyen ülkelerdeki çatışma ortamını ise soykırım kapsamına sokup müdahale haklarını (!) kullanmaktalar.

Soykırım Sözleşmesi'ne 140 civarında ülke imza atmış olmakla beraber bunlardan 80 Birleşmiş Milletler üyesi devlet Uluslararası Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin hükümleriyle uyum sağlayan yasalar çıkardılar.

12 OCAK 1952: ABD yönetimi, Marshall Planı (Okunuşu: Marşal) çerçevesinde Türkiye'ye 58 milyon dolarlık askeri yardım yapılmasına onay verdi.

Marshall Planı; ABD`nin, SSCB etki alanına girmesi olasılığı bulunan ülkelerin SSCB güdümüne girmemesi veya ABD etki alanına girmesi için bazı ülkelere askeri ve kültürel yardım yapması gerekliliğini savunan ve daha sonra resmi politika haline gelmiş olan doktrindir.

Marshall Planı; II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Yalnız bu yardım, sadece para yardımı olarak yapılmamıştır. ABD`nin elindeki askeri eşyaları çıkarmak için yapmış olduğu bir yardımdır. Bu vesileyle ABD hem sözde yardım etmenin minneti yapacak hem de elinde yığılan ve devasa bir metal çöplüğü olacak olan askeri malzemelerden kurtulmuş olacaktı. Zira askeri araçlar, teknolojinin gerisinde kalan ağır silahlar ve sair askeri malzemelerin geri dönüşümle kazanılması çok büyük bir külfetti. Bunları çöplükte yığmaya kalkmak korkunç bir yer işgaliyle beraber havaya salınacak zararlı maddeler ayrı bir sorundu. İşte ABD, Marshall Planı çerçevesinde yapılacak yardımlar arasında argo bir tabirle başına bela olan malzemeleri de söğüşlemiştir.

Truman Doktrini, esas itibariyle Yunanistan ve Türkiye'ye askeri yardımı öngörmüştür. Çünkü bu iki ülke, Sovyetlerin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında idi. Fakat bu sırada Avrupa'nın durumu iktisaden son derece kötüdür. Altı yıllık savaş, bütün ülkelerin ekonomik kaynaklarını tüketmiştir. Savaş, bütün ülkelerde ağır tahribat yapmıştır. Bir bakıma toplumlar açlıktan kıvranmaktadır. Ekonomileri harekete geçirecek kaynak yoktur.

Sovyet Rusya, bu durumu fırsat bilerek komünizm propagandasını şiddetlendirmişti. Komünizm propagandası, fakirliğin müsait zemininde çok etkili olmaktaydı.

Amerika, Batı Avrupa'nın bu ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için her şeyi yaptı. Amerika'nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa'ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuş, fakat bu yardım, bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı. Bu işin sonu yoktu.

Bu sebeple Amerika, Avrupa'ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri Bakanı George Marshall'ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi'nde verdiği bir nutukta açıklandı. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler ve birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika, bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun için de önce bir işbirliği programı yapılmalıydı.

Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran 1947'de Paris'te bir toplantı yapıldı.
12 Temmuzda İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksemburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç'in katılmasıyla toplanan 16'lar Konferansı 22 Eylülde, Amerika'ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma Programı hazırladı. Bu program üzerine Amerika, 3 Nisan 1948'de Dış Yardım Kanunu'nu çıkardı. Amerika, bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16'lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardımlar daha sonraki yıllarda da devam edecekti.

Dış Yardım Kanunu'nun çıkması üzerine 16 Avrupa ülkesi, 16 Nisan 1948'de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı'nı kurdular.

12 OCAK 1967: Dr. James Bedford, gelecekte tekrar canlandırılmak üzere, kriyojenik olarak dondurulan ilk insan oldu.

İnsanoğlu ölüme çare bulmayı çok eski zamanlardan beri istemiş, bunun peşinden koşmuş, durmuştur. Hele Allah`ı ve ahireti inkar edenler dünyada ölümsüz kalmanın hayaliyle yanıp tutuşmuştur. Ölümsüz olma ütopyası bilim adamlarını bugün için bize çılgınca gelen arayış ve çalışmalara itmiştir. İşte bu çalışmalardan biri insanları ölüm döşeğindeyken ama henüz ölmemişken dondurmaktır. “Günümüzde bilim ölümcül hastalıklara çare olmuyor. Biz ölmek üzereyken insanları dondurursak gelecekte bilim ve teknoloji geliştiğinde bugün dondurulan insanlar tekrar uyandırılacak ve tedavi edilecekler” diyen bazı bilim adamları parası olup da geleceği merak eden zenginlerden talepte bulunanları dondurmaktadırlar. Her şeyi kazanca dökmekte mahir olan günümüz insanı bu durumu da gelir kapısına çevirmekte gecikmiş değildir. Bugün çok büyük meblağlar karşılığında kendilerine başvuran zenginleri ölmeden hemen önce dondurup cesetlerini sözüm ona teknolojinin onları tekrar uyandıracağı ve bugün çaresi olmayan hastalıklarını iyileştirecek seviyeye geleceği güne kadar saklayan şirketler vardır.

Yepyeni bir bilim dalı olan cryonics'in (Okunuşu: kıroniks) temelleri 1962'de "Ölümsüzlük Beklentisi" adlı bir kitapta atıldı. Bu kitaptaki öngörüye göre insanları dondurmak, bugün tedavisi olmayan birçok hastalığı gelecekte iyileştirebilecek medikal teknolojiye ulaşmanın tek yoluydu. Bir insanı dondurmak şüphesiz ölümle sonuçlanan bir süreçti ama "Ölümsüzlük Beklentisi" adlı kitapta bugün öldüğünü sandığımız kişilerin gelecekteki teknoloji ile yeniden hayata döndürülebileceği tartışılıyordu. Klinik ölümün ilk anlarının gelecekte geri alınabilir olacağı düşünülüyordu. Bu iki fikri bir araya getiren "Ölümsüzlük Beklentisi" kitabının yazarı ve bu fikrin babası Robert Ettinger'in (Okunuşu: Rabırt Edingır) önerisi tam ölüm anında vakit kaybetmeden insanları dondurmaktı. Bu uzun vadede aslında onların hayatlarını kurtarmak demekti.

Bu kitabın ürettiği ilk yankı Evan Cooper'dan (OKUNUŞU: İvan Kupır) geldi. Cooper, 1965'te "Life Extension Society" (OKUNUŞU: Layf Ekstenşın Sosayti) yani “Yaşam Uzatma Topluluğu” adlı kurumu kurdu ve insanları dondurma fikrinin en şiddetli savunucularından biri oldu. Ettinger (Okunuşu: Edingır) teoriyi oluşturmuştu. Cooper ise bu işi paraya dökmenin yolunu bulmuştu. Kısa bir zamanda ardı ardına bu işi yapan şirketler kuruldu. Herkes ölümsüzlüğün peşindeydi. Olayı kitap sayfalarından çıkarıp laboratuar formatına çeviren ve ilk ciddi dondurma deneylerine girişen ise yine fikrin babası Robert Ettinger (Okunuşu: Rabırt Edingır) oldu. "Cryonics Enstitüsü" (Okunuşu: kıroniks) adıyla kurduğu laboratuar ile 1967'de ilk dondurma denemelerine başladı.

Dr. James Bedford dondurulan ilk insandı. 73 yaşındaki doktor kanser hastalığının son fazına gelmişti ve kendi rızasıyla saklanmak istedi ve 1967'de Cryonics Enstitüsü'nde oldukça ilkel şartlarda donduruldu. Bedeni bugün hala saklanmasına karşın yanlış dondurma teknolojisi yüzünden vücut dokuları hasar görmüş durumda. Bu ilk denemeden sonra cryonics'çiler (Okunuşu: kıroniks) bilimsel olarak bedene zarar vermeyen dondurma yöntemlerine odaklanmaları gerektiğini anladılar.
1979'a gelindiğinde ise cryonics (Okunuşu: kıroniks) büyük bir darbe yedi. Enstitü'de saklanan dokuz bedenin buzu yetkililer fark etmeden çözülmüştü. Olay ortaya çıktığında tankların enerji izolasyonunun altı yıldır bozuk olduğu anlaşıldı. Bedenleri koruyan soğutucu tabaka çoktan çözülmüş, bedenler feci şekilde çürümüştü. Ettinger'in kurumuna kamu davası açıldı. Enstitü bir süreliğine kepenk indirmek zorunda bırakıldı. Bozulan cesetler ise yakınlarının isteği üzerine defnedildi. 1967 ile 1973 arasında dondurulan 17 bedenden sadece Dr. Bedford'a ait olan kurtarılabilmişti.

Bu aksiliklerden sonra artık buzdolabında et dondurur gibi adam dondurma devri kapanmıştı. Bu iş için bedene zarar vermeyen kimyasallar kullanılacaktı. Ardından standby (OKUNUŞU: sıtandbay) sistemi geliştirildi. Bu sisteme göre önceden vasiyet hazırlar gibi şirket ile bir sözleşme yapılıyordu. Sözleşme neticesinde bir grup cryonics mühendisi hastanın son anlarında yanında nöbet tutmaya başlıyordu. Tam kalp durduğu anda ise hiç vakit kaybetmeden dondurma uygulaması başlatılıyor, beyin ölümüne izim verilmiyordu.

1990'lardaki araştırmalar dondurmanın canlı dokulara verdiği hasarın tahmin edilenden daha büyük olduğunu ortaya koyduğunda, artık yüksek yoğunluklu gliserol içeren koruyucularla dondurma tekniğine geçilmişti. Her geçen yıl daha iyi dondurma teknikleri bulunduğu için hastaların ileride hayata dönme şansı artırılıyordu. 2001'de ise yine bir ilke imza atılarak organ naklinde kullanılan "camlaştırma" işlemi kullanılmaya başlandı. Buna göre dondurma aşamasında hücrelerde bulunan su buza dönüşmüyordu. Dolayısıyla hücre genleşerek patlatıp dokuya zarar vermiyordu. Bu, özellikle tamiri mümkün olmayan sinir hücrelerinde ve beyinde koruyucu bir etki yaptı ve  müşteri sayısını son beş yılda ikiye katladı.

Nisan 2011 verilerine göre tüm dünyadan 230 cansız vücut, içi sıvı nitrojen dolu büyük metal silindirler içerisinde, eksi 196 derecede, tıbbın ilerleyip kendilerini yeniden dirilteceği günü bekliyor. Bu işi abartıp da bilimin gelecekte tek bir hücreden insanı haşa tekrar yaratacağına inananlar sadece kafasını dondurmaktadır. Yine Nisan 2011 verilerine göre insan donduran şirketlerde öldüğünde dondurulmak üzere anlaşmaya imza atmış insan sayısı ise 900 civarında. Tüm bedeni dondurmanın bedeli 150 bin, yalnızca başı dondurmanın bedeli ise 80 bin dolar. Türkiye`de Çerkez Ethem`in yeğeni ile isminin açıklanmasını istemeyen 16 kişi bu şirketlerle anlaşmış durumda.
İnsanlara en geç 200 yıl içinde tekrar diriltileceklerini vaad eden bu şirketlerin dondurma işlemi şu şekilde işlemektedir: İnsan bedeni, önlem alınmadan dondurulursa buz kristalleri hücrelerin çevresini sarıyor ve su kaybına sebep oluyor. Gerilen hücre zarı yırtılıyor ve hücre parçalanıyor. Bunu engellemek için gliserol gibi donmayan kimyasallar kullanılıyor. Ölü beden önce buz kalıplarıyla soğutuluyor ve göğüs kafesi açılarak vücuttaki kan, damarlardan çekiliyor. Yerine eksi 50 derecede gliserol enjekte ediliyor. Vücuda yayılımı sağlanan solüsyon vücut ısısının da eksi 50 dereceye düşmesini sağlıyor. Hücre çevresindeki yağların buzdolabında kalmış birkaç günlük yağlar gibi buruşmaması için de hasta içi sıvı nitrojen dolu büyük metal silindirler içerisinde, eksi 196 derecede korunuyor.

Sözlük anlamı, insanların bilinmeyen bir gelecekte çözülmek üzere dondurulması olan cryonics (Okunuşu: kıroniks)  ile ölümsüzlük arzularının peşinden koşanlar acaba “La İlahe illallah Muhammeresulullah” Kelime-i Tevhidine sarılsalar gerçek ve hakiki hem de mutluluğu garanti bir hayata kavuşsalar daha gerçekçi olmaz mı?

1972: Mucibur Rahman Bangladeş'in başbakanı oldu.

İngilizler sömürge bölgesi olarak işgal ettikleri Hindistan Bölgesini terk etme vakitleri geldiğinde bölgeyi öylesine bırakıp çıkmak istemiyorlardı. Zira bölgedeki Müslüman popülasyon onların işine gelmiyordu. Aslında kendi haline bırakılacak olsaydı Hindistan`ın bir İslam ülkesi olması içten bile değildi. Bundan dolayı Hindistan`ı müslümanlara bırakmak İngilizler için düşünülmezdi. Ama öylece çekip gitmeleri halinde Hindistan`da ağırlığı müslümanlardan müteşekkil bir devlet kaçınılmazdı. Daha sade bir anlatımla şöyle diyebiliriz; Bugün Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Keşmir diye 4 ayrı unsurun olduğu Güney Asya, İngilizlerden boşalınca müslümanların ağırlığını koyacağı bir devlet ortaya çıkacaktı. İngiltere işte bunu düşünmek bile istemiyordu. Bölgeyi tümüyle Hinduların kontrolüne verip Güney Asya`nın tümünde bir Hindistan devleti kurdurtmak da akılcı değildi. Zira bu müslümanları sosyal bir patlamaya itecekti. Dolayısıyla İngilizler kerhen de olsa müslümanların Pakistan adıyla bir devlet kurmalarına göz yumdu. Tüm Güney Asya`nın elden çıkması riskindense Afganistan, İran, Çin ve Hindistan ile çevrili daha küçük bir devlete razı oldular. Bunu İngilizlerin Ortadoğu`daki siyasetiyle de özdeşleştirebiliriz. Nasıl ki, İngilizler Ortadoğu`dan çekilme vakitleri geldiğinde Ortadoğu`nun bağrına İsrail fitnesini, bıraktı aynen öyle de Güney Asya`dan ayrılırken Hindistan`ı bir fitne olarak müslümanların başına musallat etti. Bugün nasıl ki İsrail, Avrupa`nın Ortadoğu`daki ileri bir karakoluysa Hindistan da Güney Asya`da aynı fonksiyonu icra etmektedir. Hindistan`ın İslam`a olan kini, kan dökücülüğü, siyaseti, müslümanlara olan tahammülsüzlüğü gibi karakteristik yapısı İsrail Katil Devletiyle örtüşmektedir. Bundan dolayı Müslüman Ortadoğu Uzmanları Hindistan için Asya`nın İsraili benzetmesini yaparlar.

Bu şekilde 1947 yılında Pakistan kuruldu. Aynı yıl, bugün Bangladeş dediğimiz coğrafyanın müslümanları Doğu Pakistan adıyla Pakistan`ın bir eyaleti oldu. Doğu Pakistan 1971 yılına kadar Batı Pakistan`la yer yer anlaşmazlıklar yaşasa da Pakistan`ın bir bölümü olarak devam etti.

O dönemde Muciburrahman ve onun Avami Partisi 1969 meclis seçimlerinde seçim propagandalarını Doğu Pakistan`a muhtariyet verme üzerine kurdular. Muciburrahman ve Avami Partisinin var olan yaraları kaşıması neticesinde Pakistan iç karışıklıklar çıktı. Pakistan Ordusu Doğu Pakistan`a müdahale etti. Karşısında güçlü bir rakip görmek istemeyen ve Pakistan`ı boğmak için fırsat kollayan Hindistan, Doğu Pakistan`da yaşayan az sayıdaki Hinduları ve Hindistan`a kaçan mültecileri bahane ederek Doğu Ve Batı Pakistan arasındaki iç savaşa müdahil oldu ve asker yolladı. Neticede savaş uzayıp gidince Batı Pakistan yani bugünkü Pakistan Doğu Pakistan`ı kendi haline bıraktı. 1971`de Doğu Pakistan Bangladeş ismiyle devlet olduğunu ilan etti. Hindistan askerleri bu savaş bahanesiyle Doğu Pakistan`ın büyük kısmını işgal etmişti. Bu işgallerini Muciburrahman Bangladeş Devletini kuruncaya kadar devam ettirdiler.

Bangladeş “Bengal`in Ülkesi” anlamına gelmektedir. Ülkenin % 95`ini Bengaliler oluşturmaktadır. “Bengalilerin Batı Pakistan`dan ayrılıp ayrı bir devlet kurmak istemeleri bugün nasıl okunmalıdır” sorusu ayrı bir konu olmakla beraber 1947 yılında Pakistan kurulduktan sonra 1971`de ayrılıncaya kadar Bangladeş`teki İslami tarikat ve cemaatlerin tümünün ayrılık fikrine sıcak bakmadıklarını, Pakistan`la beraber yollarını devam ettirme anlayışına sahip olduklarını biliyoruz. Zira Doğu Pakistan`ın ayrılıp başka bir devlet kurması Güney Asya`daki Müslüman birliğini daha güçsüzleştirecek bu da başta Hindistan olmak üzere tüm İslam karşıtı ülkelerin işine gelecekti. Neticede o bölge müslümanlarının istememelerine rağmen Doğu Pakistan az önce aktardığımız süreç içerisinde ayrılıp Bangladeş ismini aldı. İlk Başbakan ve Devlet başkanı olan Avami Partisinin lideri Muciburrahman, Pakistan'ın İslâmi kimliğinin aksine Bangladeş'te sosyalist ve laik bir yönetim kurdu. Bunun yanı sıra Hindistan, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleriyle dostluk anlaşmaları imzaladı. Bununla da yetinmeyen Muciburrahman, başta Bangladeş Cemaat-i İslamiyesi olmak üzere cemaatlerin İslami çalışmalarını yasakladı, dernek ve şubelerini kapatıp tüm İslami faaliyetleri durdurdu.

Şeyh Mucibur Rahman 17 Mart 1920`de doğmuştu. Orta halli bir toprak sahibinin oğluydu. Kalküta ve Dakka üniversitelerinde hukuk ve siyasal bilimler öğrenimi gördü. Genç yaşta İngilizlere karşı sürdürülen bağımsızlık hareketine katıldı ve kısa bir süre hapis yattı. 1949'da Avami Birliği'nin kurucuları arasında yer aldı ve daha sonra birliğin genel sekreterliğini üstlendi. Mucibur Rahman, yeni Bangladeş devletinin ilk başbakanı oldu Ama Bangladeş'in artan sorunları çözmekte başarısız kaldı ve giderek daha baskıcı bir yönetim kurarak 1975 başlarında devlet başkanlığını da üstlendi. 15 Ağustos 1975'teki bir askerî darbeyle devrildi ve ailesiyle birlikte öldürüldü.

12 OCAK 1992: Cezayir`de FİS`in seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanması üzerine 80.000 kişinin hayatını kaybettiği iç savaş başladı.

Cezayir, Miladi VII. asrın ortalarından sonra İslam orduları tarafından fethedilerek İslam devletinin topraklarına katıldı. Daha sonra çeşitli hanedanlıkların hakimiyetinde kalan Cezayir 1517'de Osmanlı topraklarına katıldı. Aynı yıl Osmanlı Cezayir eyaleti kuruldu. Bu eyalet 1830 yılına kadar ayakta kaldı.

1830 yılının Temmuz ayında Fransızlar Cezayir'i işgal ettiler. Fransızların Cezayir`i Büyük Fransa Krallığının bir parçası haline getirme hevesi ve bu uğurda Cezayir`i Hıristiyanlaştırma çalışmaları Cezayirlilerin şanlı direnişine takıldı. Bu direniş yıllarında Fransa abartısız milyonlarca Cezayirliyi katletti. Sadece 5 Ağustos 1945 tarihinde Fransızların bir gün içinde 45 bin Cezayirliyi katletmeleri vahşetin sınırlarını göstermede yeterli olacaktır galiba.

Cezayir uzun bir bağımsızlık mücadelesinin ardından 1962 yılında bağımsızlığını ilan etti. Ama Cezayir'in Fransa sömürgesinden kurtulması, tam anlamıyla bağımsızlığını kazandığı anlamına gelmiyordu. Zira ülke Fransızların denetiminden çıkmış, fakat İslam karşıtı düzenin ülke üzerindeki kontrolü sona ermemişti. Bağımsızlığın ilanı ile birlikte iktidarı ele geçiren Ulusal Kurtuluş Cephesi kısa adıyla FLN, tam anlamıyla zalim bir yönetimdi. Çünkü tıpkı sömürge yönetiminde olduğu gibi FLN yönetiminin de büyük çoğunluğu masonlardan oluşmaktaydı. Partinin kurucuları olan Ben Bella, Bumedyen ve Budiyaf Mason locasından arkadaşlardı.

Cezayir'in yönetimindeki FLN, Masonik bir parti idi ve 20. yüzyılda dünyada sıkça karşılaşılan bir geleneği sürdürerek Müslümanlar üzerinde baskıcı bir rejim oluşturdu. Bu baskıcı rejimin yöneticileri iktidarları boyunca ülkenin başta doğal gaz ve petrol olmak üzere zengin doğal kaynaklarını sömürdü. Bu nedenle FLN iktidarı boyunca yöneticileri ve onların yandaşları büyük servetler elde ederken halk gittikçe fakirleşti. Öyle ki, 1990'lı yıllarda ülkedeki işsizlik %70'lere tırmanmıştı.

Cezayir'deki tüm bu gelişmeler halkın bir dizi gösteri, boykot ve protesto ile kızgınlığını dile getirmesine ve iktidarı zorlamasına neden oldu. Tek partili sisteme karşı, çoğulculuk ve serbestlik isteyen sesler yükseldi. Bunun sonucunda 1989 yılında çok partili sisteme geçildi. Bunun ardından yapılan yerel seçimlerde İslami Kurtuluş Cephesi FIS (OKUNUŞU: Fis) büyük bir başarı kazandı. Belediyeleri kazanan FIS, kısa sürede halk içindeki desteğini de arttırdı.

Genel seçimler 26 Aralık 1991 tarihinde yapıldı. Seçim iki turluydu. 30 Aralık 1991 günü sonuçlar açıklandı. FIS 232 sandalyeden 188'ini kazanarak ezici bir üstünlük sağlamıştı. İktidar partisi FLN ancak 15 parlamenter çıkarabilmişti. Seçimlerin ikinci turu yalnızca bir formalite olarak gözüküyordu. İkinci turdan da FIS'in zaferle çıkacağı kesindi. Ancak tahmin edileceği gibi buna müsaade edilmedi. Genelkurmay Başkanı Halid Nezzar'ın önderliğindeki ordu, askeri darbe ile iktidarı ele aldı. Bu arada darbeyi sözde meşrulaştırmak için pek çok provokasyon ve yalan haber de üretilmişti. Başbakan seçim sonuçları belli olmadan önce 'seçimler sükunet ve güven içerisinde geçti' gibi açıklamalar yaparken, sonuçlar belli olduktan sonra 'seçimler yeteri derecede özgür ve hilesiz geçmedi' şeklinde bir açıklamada bulunarak kendince FIS'in seçimde hile yaptığını ya da zor kullandığını iddia etmişti.

Darbenin gelişimi de oldukça ilginçti. Birbirini izleyen olaylar darbenin önceden planlanmış ve Müslümanların seçim zaferi ile uygulamaya konmuş bir senaryo olduğunu gösteriyordu. Darbeden sonra ise dünyaya verilen telkinin aksine Müslümanlar bir 'iç savaş' başlatmadılar. İç savaşı başlatanlar darbeyi yapanlardı. İslami Kurtuluş Cephesi, bütün tarafları güç kullanmaksızın, barışçı ve sağlıklı yollara başvurmaya davet etti. Ancak iktidarın cevabı FIS'in binlerce üye ve taraftarını tutuklayıp, hapishanelerde onlara en ağır işkenceleri yapmak oldu.

Cezayir'deki darbe yönetimi Müslümanları daha da ezmek ve FIS'e iktidar yolunu tamamen kapamak istiyordu. Bunu da görünürde meşru bir zemine oturtmadan yapamazdı. Yapılması gereken tek bir şey vardı. Müslümanları terörist konumuna sokmak ve sonra da onları tasfiye etmek…

Bunun için oldukça etkili bir provokasyon düzenlendi. Askeri darbenin ardından Devlet Başkanlığı'na getirilen Budiyaf ortadan kaldırılacak ve bunun suçu da Müslümanların üzerine atılacaktı. Budiyaf aslında eski bir FLN lideri ve kıdemli bir masondu. Ancak son dönemlerde bazı konularda FLN ve ordu arasındaki ortak yönetimin geneline ters düşen bir hareket yapmış, rüşvet ve yolsuzluk dosyalarını karıştırmaya başlamıştı. O dönemde Türkiye`de yayımlanan bir gazete konuyla ilgili haberinde, '...Muhammed Budiyaf'ın yolsuzlukla ilgili olarak açık bir şekilde 'rüşvete karşı savaş açacağım' demesiyle, 30 yıldan bu yana istikrarsızlık kaynağı olan bu dosyaları açmak isteyen Cezayir Devlet Başkanı kısa süre sonra uğradığı esrarengiz bir suikastle canından oldu...' diyordu.

Suikastı gerçekleştiren kişi 'casuslukla mücadele örgütü üyesi bir istihbarat teğmeni' idi. Oysa Cezayir basını suikastın sorumlusunun FIS olduğu yolunda propaganda yaparak iktidarın FIS'e karşı yaptığı darbenin sözde ne derece haklı olduğunu göstermeye çalıştı. O dönemde Küfürde tek millet olan ülkelerin medyası da aynı meyanda propaganda yaparak Cezayirli müslümanları zan altında bırakarak olaylardan sorumlu tuttular. Türkiye`deki bir kısım medya da tahmin edeceğiniz türden çarpıtmalarda bulundular.

Gerçekten de Cumhurbaşkanı Budiyaf'ın öldürülmesi Müslümanlara karşı yapılan baskı ve katliamları meşrulaştırmak için gerekçe olarak kullanıldı. Olağanüstü yetkilerle donatılmış mahkemeler kuruldu, dindar olmak suç sayıldı ve Müslümanlar kovuşturmaya uğradı. Müslümanların camilerde toplanması yasaklandı. Başlangıçta olaylara barışçı yollardan serinkanlı bir şekilde yaklaşan FIS ve taraftarları artan baskı ve adaletsizlikler dolayısıyla bu tutumlarını terk etmeye başladılar. Bir grup kendilerine karşı güvenlik güçlerinin düzenlediği silahlı saldırılara silahla kendilerini savunmaya başladılar. Sonuçta Cezayir bir iç savaş yaşamaya başladı.

Bu iç savaşta tek bir hedef vardı: Müslümanların gücünün gerekirse fiziksel imha yoluyla ortadan kaldırılması. Bunun için 'anti-terör timleri' adı altında ölüm mangaları oluşturuldu. Bu mangalar hedef olarak seçtikleri Müslümanları fail-i meçhul yöntemiyle öldürdüler. İtirafçı bir Cezayir polisi bu 'fail-i meçhul' yönteminin örneklerini anlatmış, özel timlerin hedef Müslümanların kapısını çalıp kapıyı açana kurşun boşalttıklarını haber vermişti. 1984-88 yılları arasında Cezayir'de başbakanlık yapan Prof. Dr. Abdulhamid İbrahimi de Müslümanlara karşı girişilen savaşta kullanılan yöntemleri şöyle anlatmıştı:

'Ocak 1992'deki hükümet darbesinden beri pek çok masum insan, aralarında öğretmenler, mühendisler, avukatlar, doktorlar, öğrenciler olmak üzere keyfi olarak tutuklandılar, insanlar yargılanmadan gözetim kamplarına gönderildiler veya insanlık dışı şartlar altında hapishanelere atıldılar. Daha da ötesi her gün genç Cezayirliler hiçbir sebep olmaksızın idam mangaları tarafından öldürülüyordu. Tek sebep ise rejim için potansiyel bir tehlike olarak görülmeleriydi'

Dünya Medyası her ne kadar olayları çarpıtsa da aralarından tek tük vicdanlı gazeteciler çıkmıyor değildi. Tıpkı İngiliz The Observer (OKUNUŞU: Dı Obzörvır) gazetesi yazarlarından John Sweeney (OKUNUŞU:Jon Siweney) gibi.. John Sweeney (OKUNUŞU:Jon Siweney) 16 Kasım 1997 tarihli yazısında katliamlara bizzat şahit olan kişilerle yaptığı görüşmeler sonucunda katliamlar hakkındaki görüşlerini şu şekilde dile getirmekteydi:

'...Ancak delillerin ağırlığı Cezayir Devleti'ni mahkûm ediyor. Generallerin 1991 seçimlerini iptal edip halkı aldatmasından bu yana yaklaşık 80 bin kişi öldürüldü. Hükümet, yolsuzluklara batmış, nefret ediliyor ve ancak terörün hükümranlığı sayesinde ayakta kalıyor. Uluslararası Af Örgütü'nün, İnsan Hakları Örgütü'nün, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu'nun, Sınır aşırı Muhabirler Derneği'nin delillerine olsun, veya Cezayir'in kendi devlet kontrollü medyasının delillerine olsun bir bakın...'

Cezayirli bir gizli polis ile yaptığı röportaj ile tüm dünyada büyük yankı uyandıran John Sweeney '80.000 kez suçluyoruz' başlıklı bir yazısında Cezayir'de acımasızca katledilen masum insanların ölümlerinden başta Fransa olmak üzere pek çok batılı ülkeyi sorumlu tutmakta idi. Çünkü yaptığı röportajlar ve edindiği izlenimler Cezayir'de sürdürülen terörün devlet destekli olduğunu göstermekteydi. Ve bu tüm dünyaca biliniyor olmasına rağmen hiç kimse buna 'dur' demiyor, hatta mümkün olduğunca bu konudan bahsetmemeyi tercih ediyorlardı. Diğer bir deyişle 'Cezayir Devleti ve Batı'daki dostları karanlıkta iş yapmayı tercih ediyorlardı.'

John Sweeney (OKUNUŞU:Jon Siweney) bu yazısında üç ayrı katliam olayını da örnek olarak veriyor ve Müslümanlara mal edilen cinayetlerin gerçek  failinin kim olduğu sorusunun cevabını gözler önüne seriyordu. Bu olaylardan birincisi Temmuz 1994'te gerçekleşmişti. G-7 liderlerinin Napoli'de toplandıkları gün, yedi İtalyan denizcisi Cezayir'in Cicel yakınlarındaki Cencen limanında 'aşırı İslamcılar' tarafından boğazları kesilerek öldürüldüler. Batı basını tarafından saldırıyı gerçekleştiren 'radikal İslamcılar' hemen şiddetle kınandılar, hatta ABD eski Başkanı Clinton da İslamcıları kınayan bir bildiri yayınladı. Ancak Sweeney'nin yazısında kaynak olarak kullandığı Cezayir Gizli Polisi üyelerinden Joseph (OKUNUŞU: Josef) ise bu saldırı hakkında Batılı kaynaklar gibi düşünmüyordu. Joseph olaydaki katillerin gizli polisteki mesai arkadaşları olduğunu söylüyordu. İşin ilginç yanı Cencen limanı bu saldırının gerçekleştirildiği esnada askeri bölge sınırları içerisindeydi ve oldukça sıkı korunan bir donanma limanıydı. John Sweeney de olaydaki sıra dışı gelişmelere şu sözleri ile dikkat çekmekteydi: 'Donanmanın kışlası İtalyan askerlerin öldürüldüğü geminin birkaç metre yanındaydı. Eğer katiller İslamcı aşırılar ise, askeri giriş kapısından geçmeleri, usulca kışlayı aşmaları, İtalyan mürettebatın boğazlarını kesmeleri, sonra ortadan kaybolduğu anlaşılan 600 tonluk yükü boşaltmaları ve sonra da yine kimseye görünmeden parmak uçları üzerinde usulca geri dönmeleri gerekiyordu.'

Söz konusu yazıda örnek verilen başka bir olay da son derece esrarengiz bir şekilde gerçekleşmiştir. John Sweeney bu olayı şöyle anlatıyor:
'1997 yılında Cezayir'in güneyinde dev boyutlarda üç katliam yapıldı. Her üçü de kışlalarla çevrili yoğun koruma altındaki bir bölgede gerçekleştirildi. 200 kişinin gırtlağını kesmek uzun zaman alır. Cezayir mahkemelerine bu büyük katliamların herhangi biri için kimse çıkarılmadı. Katiller rejimin itirafına göre rahatsız edilmediler.'

John Sweeney'nin (OKUNUŞU:Jon Siweney) anlattığı olaylardan bir benzeri Fransız yayın organı Jeune Afrique (OKUNUŞU: Jöön Efrik) dergisinde de yayınlandı. Dergi Cezayir'in Seydi Musa bölgesinde gerçekleştirilen ve 300 kişinin katledilmesiyle sonuçlanan vahşetle ilgili olarak görgü tanıklarının söylediklerine yer vermekteydi. Bu olay Cezayir gerçeğini görebilmek açısından son derece önemlidir:

'Seydi Musa'da ordu karargahının hemen yakınında gerçekleştirilen ve beş saat süren katliama hiçbir askeri müdahalenin yapılmaması en dikkat çekici husus olarak gösterilmekte. Katliamdan kurtulan kişilerin 'yardım için bağırdık, güvenlik güçleri yakınımızdaydı, ancak sabah saatleri ile birlikte ilk gelenler itfaiye ekipleri oldu' şeklindeki açıklamaları, evlerden çıkan alev ve dumanın, saldırganların otomatik silahlarından yayılan sesin güvenlik güçlerinin dikkatini çekmemesi Cezayir'deki katliamların arkasındaki güçlerin kimler olduğu hakkında yeterli bilgi veriyor.'

Öte yandan katliamlardan sorumlu tutulan cuntada yer alan generallerin pek çoğunun geçmişte Fransa ordusunda görev yapmış olmaları da bizlere çok önemli ipuçları vermektedir. Bu kişiler Cezayir'in bağımsızlık savaşı esnasında Fransız ordusunda görevliydiler, yani Fransa işbirlikçileriydiler. Örneğin Genelkurmay Başkanı Muhammed Amari, Fransa ordusunda subaydı. Cezayir'in bağımsızlığını kazanmasından çok kısa bir süre önce Cezayir ordusuna katılmıştı. İstihbarat Daire Başkanlığı'nı yürüten General Tevfik ve askeri darbenin lideri ve eski Savunma Bakanı General Halid Nezzar da Fransa ordusunun subayları arasında yer almaktaydılar. Tüm bu yaşananların yanı sıra eski Başbakan Abdulhamid İbrahimi'nin 'Tüm terör olayları hemen Müslümanların üzerine atılıyor. Oysa Müslümanlar katliamlarla hedefe ulaşamayacağını biliyorlar' sözleri ile birlikte dikkat çektiği bir başka husus daha var. İbrahimi bu sözlerinin ardından Cezayir'deki devlet terörünün asıl olarak Fransa'dan yönetildiğini ve 1962'de Cezayir bağımsızlığına karşı kurulan kontrgerilla örgütü OAS'ın eski elemanları tarafından örgütlendiğini vurgulamıştı. Bu ise olaylarda İsrail parmağı olduğuna dair şüpheler meydana getiriyordu. Çünkü OAS'ın eğitilmesinde ve silahlandırılmasında İsrail'in büyük rolü vardı...

Sonuç...

Cezayir'in de yer altı zenginlikleri, jeo-stratejik konumu ve sahip olduğu Müslüman nüfus göz önünde bulundurulduğunda İsrail'in Cezayir üzerinde izlediği politika daha anlaşılır hale gelmektedir. Batı ise elbette Cezayir'in sahip olduğu zenginlikleri ve imkanları denetim altında tutmayı hedeflemektedir. Milyarlarca dolarlık dev petrol ve doğal gaz yataklarının üzerinde yer alan Cezayir, Madrid ve Roma'nın doğal gazını sağlamaktadır ve BP ile 3 milyar dolarlık bir petrol anlaşması vardır. İşte tüm gerçeklerin biliniyor olmasına rağmen Batı'nın bu zulme ses çıkarmamasının nedenlerinden birisi de budur.

Cezayir'de FİS'in Müslümanların barışçı ve demokratik yollardan iktidara gelme girişimleri bir askeri darbe ile dağıtılmış, Müslümanlar baskı ve şiddete maruz kalmışlardır. Az önce anlattığımız gibi bu şiddeti uygulayanlar Fransa'nın, arka planda ise İsrail'in Cezayir içindeki uzantılarıdır. Kendisini Müslüman bir denizin içinde hapsedilmiş bir ada olarak gören İsrail sahip olduğu şiddet yanlısı ideolojinin gereği olarak yakın ve uzak çevresindeki ülkelerde Müslümanların güçlenip iktidarda olacağı bir sisteme engel olma çabasındadır. Bu doğrultuda baskıcı ve şiddet yanlısı iktidarlara yardımcı olmakta, Müslümanlara karşı sistemli ve planlı bir yıldırma ve sindirme politikası izlemektedir.

 

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir